Futbolun ortaya çıkışını araştırdığımızda, ilkel kabilelere kadar gidiyoruz. Afrika ormanlarında kuru kafa tekmeleyen adamlar mevcutmuş. Mısır’da Merruka denen mezarlıklarda topla oynayan sporcu resimleri varmış. Hatta o dönemde yapılan bazı ilkel toplar bugün Kahire, Londra ve Berlin müzelerinde sergileniyormuş. Orta Asya’da ise kadın-erkek karma takımlar kurarak futbola benzeyen oyunlar oynanmış.
Daha sonra Fransa ve Roma’da “le soule” diye bir ad vererek futbola benzer bir şey oynamışlar. Çok sert oynanmasında bir sakınca yokmuş. Bir de oyun alanlarının sınırları belli değilmiş. Bazen kilometrelerce uzağa kurulurmuş rakip “kale”.
İngiltere’de II. Edward yasaklamış futbolu, ülke içinde çatışmalara sebep oluyor diye. 1300’lü yıllarda daha. Futbol lanetlenmiş, oynayanlar aşağılanmış…
Anlayacağın, futbol halkın tüm sınıflarının birlikte var olduğu bir oyunmuş tarih sahnesinde. Hiçbir zaman satılmamış, satın alınmamış. İşçi çocuklarının oynadığı bir oyunmuş genelde. Şimdi ise tüm yönleriyle farklı bir oyun futbol.
E halk böyle bakmaz tabi olaylara. Güzel bir temaşa oyunu futbol. Her zaman ilgi çekmiştir. Sınıfsal farklılar da çok yok eskiden. Giderler maçlara. Tuttukları takımın önemi yoktur, yan yana otururlar. Biri sevinirken, biri üzülür ama birbirlerini üzmezler…
Sonra ne olur?Önce dünyadan birkaç örnek verelim futbolun siyasetle nasıl bir ilişkisi var, sonra Türkiye’ye dönelim…
Yugoslavya’nın dağılma sürecini başlatan daha doğrusu Sırp-Hırvat çatışmasının ilk kıvılcım noktası olan olay bir futbol maçıdır. Dinamo Zagrep – Kızılyıldız maçı… Bir zamana kadar bütün Yugoslavya halkının takımı olarak bilinen Kızılyıldız, Sırp milliyetçisi bir komutan -ki kendisinin adı Arkan’dır- tarafından, Sırp milliyetçiliğinin kalesi haline getirilir.
Arkan 3000 kadar Sırp’ı alır ve Dinamo Zagrep maçına gider. Sırplar yerlerinde duramazlar ve karşı kale arkasındaki Zagrepli taraftarlara saldırmak için bütün bariyerleri, engelleri aşmaya çalışırlar. Zagrepliler de karşılık vermek için sahaya inseler de, polislerin büyük çoğunluğu Sırp olduğu için feci şekilde dayak yerler. Sahanın içi, savaş alanına döner. Kızılyıldız futbolcuları soyunma odasına girerler fakat Dinamo Zagrep oyuncuları taraftarlarını ayağa kaldırmaya çalışır. Dinamo Zagrep’in yıldızı Boban, polise tekmeyi attığında ise bambaşka bir hayat başlar artık Yugoslavya’da. Boban, Hıvat halkının kahramanıdır hala. Dinamo Zagrep stadının önünde, o gün yaralanan, hasar gören ve çatışan taraftarların anısına bir anıt dahi bulunmaktadır. O gün birbirlerini sopa ve stad koltukları ile saldıran iki ulus, 1 yıl içinde kalaşnikofları ellerine almıştır ve Yugoslavya’nın çözülüşünü hazırlamışlardır.
Bazı görüntüler: http://www.youtube.com/watch?v=uXr1Z-MiApo
İskoçya’da Glasgow şehrinin iki takımı Celtic ve Rangers arasında ise mezhep kavgası mevcut. Katolik azınlık Celtic’i desteklerken, Protestan çoğunluk Rangers’ın tarafındadır. Boca Juniors – River Plate rekabetinin ardından en fazla tahribat yaratan rekabettir.
Boca – River rekabeti(bölünmüşlüğü) ise kaynağını sınıfsal farklılıklardan alır. Boca, Arjantin’in nispete daha düşük gelir seviyesine sahip insnları tarafından desteklenir, River ise burjuvaziyi temsil eder. Bocalılar takımlarını sevmez, taparlar. “Boca dinimdir, Maradona tanrım, Bombonera(Boca’nın stadyumu) mabedim.” İşte Bocalılar takımlarına bağlılıklarını böyle dile getirirler. Bu bağlılık, hastalıklı bir hal aldığı için Boca taraftarlarının birçok faciaya yol açtığı söylenebilir. 1968’de Bocalılar ellerindeki kağıtları ateşe verip, Riverlıların üzerlerine atarlar ve 74 kişinin ölümüne yol açarlar. Bocalılar bundan asla ve asla pişmanlık duymamışlardır. Boca taraftarlarının bir başka faciası ise 1994 yılında gerçekleşmiştir. River kendi sahasında Boca’yı 2-0 yener. Oyun olarak da baya bir ezmişlerdir Boca’yı. Bunu bir aşağılama olarak algılayan, Boca taraftar gruplarından en fanatiği olan “barras” 4 gün sonra Buenos Aires’te 2 Riverlı taraftarı öldürür ve duvarlara maçın 2-2’ye geldiğini yazarlar.
Günümüzün kapitalist dünyasında bu sınıfsal rekabet yerini kapitalizm araçlarına bırakmıştır. Bocalılar “nike” giyer, Riverlılar “adidas”. Rivarlılar “coca cola” içer, Bocalılar “pepsi”. Yine de devrimci Maradona’ya selam olsun!
Dünya üzerinde böyle birçok rekabet yani bölünmüşlük var. Gelelim Türkiye’dekine. En önemli örneği Fenerbahçe – Galatasaray. Şehrin iki ayrı yakasında konumlanmaları dışında; ne ekonomik, ne mezhep, ne siyasi ne de herhangi bir başka farklılıkları yok bu takımların. Zaten 30 sene öncesine kadar bu iki takımın maçları, iki takım taraftarlarının yarı yarıya doldurdukları stadlarda, aralarında polis korteji olmadan oturabildikleri ve maçı öyle izleyebildikleri görsel şenliklerdi.
Önce 80 darbesi, sıkıyönetim… Daha sonra sokaklarda haklarını aramak için mücadele eden gençlerin evlere, hücrelere, işkencehanelere, mezarlıklara hapsedilmesi, gömülmesi… Kapitalizmin kendini göstermesi. Rant kavgaları, sponsorlar. Transfer hikayeleri, adam kaçırmalar. Rekabet tetiklendikçe tetiklendi. Berlin Duvarı yıkılıyor, Sovyetler çöküyor, Yugoslavya dağılıyor ve dünya başka bir hal almaya başlıyordu. Türkiye’de ise 24 Ocak kararları ile birlikte sermaye hegamonyası kurulmaya çalışılıyor. Buna ayak uydurabilenler ayakta kalıyorlar.
Artık sağ – sol çatışması yok. Deplasman maçlarına giderken benzinci basan adamlar, kılıçla, bıçakla kıraathanelere dalan insanlar, gece karanlığında takalara binip birbirlerini denizde kovalayan ağabeyler ve bir Galatasaraylının ölümünü bir Fenerbahçe galibiyetinden üstün gören zihniyetler var. Bir Vural abim var mesela. Nasıl kulak kestiğini 9 yaşındaki bana anlatmaktan çekinmeyen…
Bu bozukluğun önüne geçmek, yine kapitalizmin araçlarıyla oldu. Stadlar yapıldı, rakiplere az kontenjan verildi, demir parmaklıklar takıldı. Bunlar şiddetin önüne geçmek içindi. Bir de artık futbolu halkın elinden gerekiyordu. İyi yerde maç izlemenin bedeli arttı. Bugün birileri localarında viski içerek ve orada muhtemelen üniversite harçlığını çıkarmaya çalışan insanları taciz ederek maç izleyebiliyor. Hala cebindeki son parayla, tutku duyduğu takımın maçına gitme hevesinde olan adamlar var elbette ama bunlar kulübün umrunda değil. Kulüp maça gelecek adam yerine forma alacak adam istiyor artık.
İyi yerden maç izlemek 30 tl’den başlıyor. Forma almak istiyorsan 90 tl harcamalısın. Evde maç seyretmek istiyorsan yayıncı kuruluşa abone olman lazım. En az 50-60 tl’yi gözden çıkartacaksın yani. Milyonlarca işsizin olduğu ülkede… Milyonlarca açılık veya yoksulluk sınırının altında yaşayan ailenin olduğu ülkede…
Bu oyuna başlamak bile sınıf ayrımını ortaya koyuyor artık. Futbolcuları dinleyin. Arsada oynardık, sokakta oynardık diyorlar. Sokaklar araba dolu. Arsa yok, her yer bina. Arsa varsa da girmek yasak! Artık futbol okulları var. Parası olanı alıyorlar. Ne kadar yetenekli olursan ol, paran yoksa futbolcu olamazsın.
Peki Zagrep - Kızılyıldız gibi bir şey bu topraklarda olamaz mı? Geçen seneki Bursa - Diyarbakır maçlarını hatırlayın! 2-3 sene sonra oynanabilecek bir Diyabakırspor – Sivasspor maçının nasıl sonuçlar doğurabileceğini bugünden kestirmek imkansızdır.
Futbol, artık halkların oyunu değildir. Burjuvazinin oyunudur. Sponsorlar olmadan yürüyemeyecek bir düzende işler. 94 milyon euro’ya bonservisi alınan bir oyuncu yaratmıştır futbol, böyle oyun mu olur? 250 milyon euro transfer harcaması yapan bir kulüp yaratmıştır futbol, böyle oyun mu olur? 400 milyon dolara satılmıştır Türkiye Ligi’nin yayın hakları, böyle oyun mu olur? Türkiye’de, açlıktan ölenlerin olduğu Türkiye’de, ek iş yaparken ölenlerin olduğu Türkiye’de, güvencesiz çalışan milyonların olduğu Türkiye’de, yine milyonlarca işsizin olduğu Türkiye’de, asgari ücretin net 544 tl olduğu Türkiye’de, sadece yaz döneminde 80 milyon euro’dan fazla transfer harcaması yapılmıştır, böyle oyun mu olur? Birileri sadece bu işi iyi yapabiliyor diye yılda 4 milyon euro kazanıyordur, böyle oyun mu olur? Olmaz…