07 Aralık 2012

Başbakan

Tayyip Erdoğan, Muhteşem Yüzyıl'a fena halde takmış. Fena halde taktıklarının akıbetini biliyoruz. Muhteşem Yüzyıl önce değersizleşecek daha sonra da yok olacak. Bundan şüphesi olan yok. Bunu kanıksamak ve normalleştirmek ise ümmetimizin şanından... Önce bir profesör çıktı ve Muhteşem Ahlaksızlık dedi bugün de bir milletvekili 2013 başında bu dizini kaldıralacağını zaten bir kanun teklifi üzerinde çalıştıklarını açıkladı... Evet, yanlış okumadınız. Kanun teklifi yolu ile dizi yayından kaldırılacak...

Muhteşem Yüzyıl'ı belgesel tadında, tarihi öğrenmek için izleyenler varmış demek ki! Bu, çok açıdan sıkıntılı bir hal. Tarihi doğru öğrenmek zaten bir kaynak üzerinden mümkün değildir. Ders kitaplarında okuduğumuz her şeyi gerçek sandığımızdandır ki gösterilenlere de atlıyoruz. Oysa öyle değildir. Tarihi, tarihin egemenleri yazar. Dönemi öğrenmek için; dönemin ezilenlerinin, muhaliflerinin ve bahsi geçen egemene karşı koyma gücü olan diğer egemen güçlerin de neler söylediğine, yaşadığına, ürettiğine bakmak gerekir en azından. Mesela Osmanlı'nın kazandığı her savaştan fetih, kaybettiği her savaştan işgal diye bahsedilen bir tarihe nasıl yaklaşılabilir? Ne kadar doğru, ne kadar gerçektir? Tarih nedir? Her gün, bir şekilde tekrar hatırlatıyor kendini o kitap... (E. H. Carr)

Başbakan'ın tarihin yanlış öğrenilmesi kaygısıyla bu çıkışı yaptığını düşünmek de geçtiğimiz 10 seneyi anlamamakla mümkün olabilir. Başbakan'ın derdi elbette ki harem, kadınlar, dekolteler, cinsellik, aşk, içkiler, entrikalar vesaire. Ne haremi yahu, at üstünde geçti adamın ömrü diyor o çıkışında. Harem yok, Hürrem yalan! diyecek neredeyse. Peki Başbakan 3. Murat'ın hayatının dizi yapılmasından memnun olur mu?

3. Murat tarihçilere göre en az 102 en çok 130 çocuğa sahip bir padişah. Yine aynı tarihçilere göre alkolik mertebesinde bir içkiciydi. Duraklama dönemini başlatan padişah da diyebiliriz aslında kendisi için. Mesela bu adamın dizisi yapılsa. Her güzel gördüğü kadını hareme atan, sürekli içen ve sevişen bir padişahın dizisi yapılsa Başbakan ne der? Hem çocuklarımız da tarihi yanlış öğrenmemiş olur hem de reyting rekorları kırılır...

Neyse efendim, diziyi 1 kere bile izlememiş olan ben, bir dizi üzerinde bu tip tartışmaların yapılmasını faşizan buluyorum. Ben dizi çıktığında ohh bir Osmanlı güzellemesi daha demiş biri olarak, bu dizinin mevcut sistem - iktidar için bir nimet olacağını düşünüyordum. Hoş, hala düşünüyorum ama Başbakan sıkıldı sanırım. Ya da Emine Hanım "bey bu dizi boka sardı, kaldır şunu da yeni bir şeyler izleyelim" filan mı dedi? Olabilir...

Başbakan tinercilerden minercilerden arındıracakmış Taksim'i. Bir alışveriş merkezi olacakmış Taksim. İyi de Taksim zaten alışveriş merkezi. Kültürel anlamda da, ekonomik anlamda da, cinsellik anlamında da. Taksim'in bu anlamda bir eksiği yoktu ki. Zenginlerin alışveriş merkezi yapacağım deseymiş daha iyiymiş. Bu arada Başbakan artık uyansın. Onun tinerci dediği tüm insanlar, kendi iktidarı döneminde tinerci olmuş insanlar artık. 11 senedir iktidar olup, sokakları ötekileştirebilmek de ayrı kafa. Sokaklar da senin eserin Başbakan. Minerci ne bu arada?

Kıyafetler serbest. Holeeyy!! Tek tip değiliz. Tamam yahu değiliz. Olmayalım. Gelir adaletsizliği zaten kendini belli ediyor. Telefonla, çantayla, kalemle, ayakkabıyla. Önlük bunu örtmüyor. Evet, açıklama bu. Makul, sıradan bir vatandaş bu tespiti yapabilir ve sadece tartışabiliriz onunla. Ama Başbakan yapınca olmuyor be! Gelir zaten adil değil yerim önlüğü diyor. Biz de onu diyoruz işte gelir neden adil dağılmıyor Başbakan? Önce geliri adil dağıt sonra senin serbestleştirdim dediğin şey özgürlük olarak karşına çıkacak, merak etme. Serbestlik ile özgürlük ne kadar uzak. Ama ke kadar yakınmış gibi pompalanıyor dimi? Buna canım çok sıkılıyor. Türban serbestisi. Sen dini siyaset aracı yapmaktan, ekonomik çıkar ürünü yapmaktan, seçim malzemesi olarak kullanmaktan çıkar. Türban iddia edildiği gibi sadece inanış gereği kullanılan bir obje olsun. O zaman türbanı serbestleştirmene de gerek kalmaz, türban takan özgürce türbanını takar kimse de ona takılmaz... Okullardaki kıyafet meselesi de böyle...

ABD'de zenginlerin okuduğu okullarda varmış sadece forma. Bir de bunları gördüm. Bizde de böyle olsuncular. Zenginler ayrılsınlar, bizi yönetenleri bilelim kafası. Sizi yöneteni seviyim!

Bu arada bu konuda konuşurken vesayetten, diktatörlükten filan bahsetti Başbakan. İsmet İnönü dedi tabii ki yine. İyi de paşam! Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Necmettin Erbakan neden bu tek tipleşmenin önüne geçmedi? Hani onlar demokrasi aşıklarıydı? Yeni rejimin hayırlı olsun Başbakan!

Seçmek daha zordur beyler, seçilmek kolay. Sen seçme yaşını 18 yapacaksın, seçilme 25-30! Olur mu böyle anlayış? gibi bilimsel olarak müthiş temellendirmelerle açıkladı Başbakan seçilme yaşının düşürüleceğini. Şimdi bu bilimsel ve patolojik ve sosyolojik anlamda belirli temellere oturtulmuş analiz üzerinden itiraz noktası geliştirmek çok zor olsa da bizim parti kararımızdan başka oy kullanan ile yollar ayrılır diye tehdit ettiğiniz adamların yaşının ne önemi olacak sayın Başbakan? diye sorarak yazıyı bitiriyorum...

Çok canım sıkıldı. Bu konuşmaların hepsi son 2-3 günde okuduğum ve gördüğüm şeylerdi. 1 haftayı filan yazsam demek ki hem çok daha iğrenç bir yazı çıkacak hem de iyice içim kararacaktı... Bu çirkin yazı için özür dilerim. Unutmamak için yazdım aslında. Hoşçakalın...


18 Ekim 2012

Hababam

Yine not aldım, yazmadan önce ama not almadığım şeyden bahsederek başlayacağım... Zeytin ezmeli makarna...

Soğanları ince ince doğradım. Onları ateşte bir güzel öldürdüm. Domateslerin kabuğunu soyup ufak ufak kestim. Ölmüş soğanların içine attım. Domatesler suyunu salınca verdim zeytin ezmesini. Siyah renk baskın tabi, sos siyah oldu. Bu görüntü beni korkutmuş olacak ki, zeytine yakışacağını düşündüğüm kekikten ekledim bir tutam. Biraz tuz attım. Sonra çok mu ekşi olur lan bu böyle diyip 1 tane kesme şeker de attım ki kırılsın o tat. Sonra makarnamı ekledim... Karıştırdım. Tabağıma koydum... Size bir tavsiye, denemeyin... Bok gibi oldu... Çöpe döktüm...

Evet, gelelim şimdi asıl konulara. Aç kalmaktan daha asılı neyse onu da bilmiyorum ama not aldıklarıma geçiyorum işte. Hababam Sınıfı'na çok takıldım geçen. Çok izledik, güldük... Hala izleriz, hala güleriz. Ama oradaki çocuklar sanki halkın içindenmiş gibi yansıtılıyor ya hani biz öyle düşünüyoruz. Heh işte kazın ayağı öyle değil gibi geliyor bana. Bir kere özel lisede okuyor bu adamlar. Derseniz ki eskiden özel okulda okumak şimdiki kadar mali külfet getirmiyordu. Ort. harcanabilir gelir seviyesi yüksekti ve özel okullar şimdiki gibi yüksek bedeller talep etmiyordu. Çok inandırıcı olmazsınız. Özel Çamlıca Lisesi'nin ucuz olabileceği ise yetilerini kaybetmiş veya henüz yetilerini geliştirememiş öğretmenleri bünyesinde bulundurmasına bağlı olarak gerçekliğini koruyabilir sadece. Bu bir bakıma anlaşılır.

İyi de bu insanlar fakir demedik ki sen niye okulu ucuza kapatmaya çalışıyorsun diyebilirsiniz. Ama zengin de değiller dimi? Köyden tereyağ yollayan bir baba ne kadar zengin olabilir? Ayrıca hangi zengin, çocuğunu 27 yaşına kadar okutur? Sen gel şu işin başına geç, anlaşıldı senin okumaya niyetin yok demezler mi? Ya da okulun müdürüne para yedirip, şu çocuğu bi geçirin artık müdürüm vallahi bizde hal kalmadı! demezler mi? Zengin adam parasını sokağa dökmez... Bunlar olur...

Diyelim ki orta sınıf vatandaşlar bunlar. Ki bence gösterilen budur. Arkadaş 1 günde müsamere tertip edip elektro-gitarları, takım elbiseleri, dansöz kıyafetlerini hangi bütçeyle getiriyorlar o zaman? Okul karşılamıyor sonuçta, müdürü hepimiz biliyoruz...

Sonra Ahmet diye bir karakter var bu filmlerinden birinde. Hani köylü olan... Bir tek bu mezun oluyor hani. İşte o filmde köy okuluna yardım malzemeleri götürürken bizim hababam, çocuklara çıplak kadın resimleri, sigara filan gönderiyorlar. Ahmet de sinirleniyor ve o ünlü tiradını atıyor. Şimdi bu insanlar köylünün halinden, hele hele 1970'lerin ikinci yarısında dahi anlamıyorlarsa bunlar zengin... Zaten kamp oluyor, hepsi gidiyor. Bir şey oluyor, hepsi katılıyor falan...

Yani ben anlamadım bunlar zenginse, neden yönetmen bize bunlar zengin diye gösteremiyor? Bunlar zengin değilse, bu kadar olanaklara nasıl kavuşuyorlar? Benim bunu bilmem lazım. Çünkü zenginse bu piç kuruları, bu veletler; sevmeyeceğim onları... Adam gözüyle bakmayacağım. Komikliklerine züppelik, esprilerine ukalalık diyeceğim. Bana bunu anlatın, bilmem lazım...

Fazla uzun oldu diğer notlara sadece değineceğim...

Ziraat Bankası sınavlarına İktisadi Aklın Eleştirisi ve Şirket adlı kitapları okuyarak hazırlanmam büyük hata diye düşünüyorum. Daha az süre çalışılmalı, bu yeterli olacaktır diyen bir kitapla; dünyayı şirketlerin yönettiğini anlatan bir diğer kitap bunlar. Banka sınavı için hiç uygun değil.

M. Çulhaoğlu'nun yazısı... İhtiyacımız olmayan şeyler ihtiyacımızmış gibi gösteriliyor diyor bir yerde... Tamam bu çok muhteşem bir tespit değil biliyoruz da; şimdi herkes yanındaki ilk üç cisime baksın. Ama kullanılabilir olan... Telefon, bilgisayar vesaire... Heh işte... Elimizde bulunan hiçbir model aslında ihtiyacımız olan değilmiş ya la! Bu kadar gerçek olduğunu söyleyince anlamıyorsun, uyandırayım...

Burhan Kuzu demiş ki burada koskoca başbakan, orada zavallı Obama! Bunu söyledikten sonra da AB ilerleme rapotunu çöpe attı... Kısacası tüm ideolojisini, siyasetini, geçmişini, geleceğini, olmayan beynini başbakanı yalayacağım diye çöpe attı... Yalnız akıl edemedi ki başbakanı da çöpe attı... Heee bunu nasıl anlar halkım? AB'ye bile kafa tuttu. Kafasını tuttu diyeceğim ayıp olacak... Susuyorum...

İlk defa insanlardan, ilişkilerinden, hayata karşı tutumlarından söz etmedim. Onları yargılamadım bir yazıda. Nasıl? Eleştirmedim... Haydi bakalım... Bundan sonra ne bok yerse yesin insanlar! Nasılsa hep haklılar, nasılsa haklı çıkmanın yolunu hep bulacaklar! Anaaammm! Dayanamadı yine namıssız, hayın...

Hoşçakalın...

05 Ekim 2012

Notlar...


İlk defa bir yazıya başlamadan önce, yazacaklarıma dair not aldım... Çünkü ben bunu dün gece uyuyamamışken yazmak istedim. Ama yazmadım, çünkü saat 6'ydı ve kendimi uyumaya zorlamam lazımdı. Gördüğünüz gibi notların başında da "uyku problemi" başlığı yer alıyor. 6'da yattım diyor parantez içinde de...

Uyuyamıyorum. Son 1-2 aydır, adam gibi uyuduğum gece sayısı 2 bilemedin 3... Adam gibiden kastım da 02.00-03.00 arası uyumak...

Rüyalar görüyorum pis pis. Konuşulanları ve konuşulmayanları kafama takıyorum. Olana bitene yorum ve bakış açısı geliştiriyorum. Ama hepsini yatakta, uzanarak hiçbir şey üretmeden yapıyorum... Mesela neymiş bunlar?

Neşet Ertaş'a takılmışım. Her Tv dizisinin bir yerinde istisnasız kullanıldı adamın türküleri. Beğendiğimiz beğenmediğimiz farketmez tüm diziler kullandılar... Kaç bölüm dizi çektin, hiç mi ihtiyacın olmadı da kullanmadın? Dirisini anmadığın adamın ölüsüne bu saygı neden? Bundan sonra kullanır mısın? Dizi böyle bir şey zaten, ticari kaygılar taşır, neyine takıldın? diye soracak olabilirsiniz. Sormayın, takılmışım işte...

Sonra ne varmış? Bertolucci filmi Ben ve Sen... Burada çalan şarkılar çok güzel şarkılar. Hepsi bildiğimiz ama film sahneleriyle harmanlandığında yüzümüzde tebessüm yaratacak şarkılar. Bu filmden öğrendiğim bir şey David Bowie'nin Space Oddity'sinin İtalyanca bir versiyonu olduğu. Ve sözlerinin orjinalinden farklı olarak bambaşka bir hikaye anlattığı. Açıkçası şarkının İtalyanca'sının çevirisini filmde gördük ama elimizde bulunsa, arada bir bakabilsek çok hoş olur. İtalyanca bilen tanıdığınız varsa sorun, öğrenin de benimle paylaşın lütfen. Aha da şarkı!



Bloga girmeyip, mailden okuyanlar hani lan şarkı diyebilirler. Video çıkmıyor çünkü mailde. Bi zahmet blogtan bakınız...

Diğer konumuza geçelim. Sıradaki filmimiz Ken Loach-Meleklerin Payı... Bir fıçıda bekletilen viskilerin %2'lik bir kısmı zamanla uçar gidermiş, kaybolurmuş. İşte buna meleklerin payı denirmiş... Hiçbir şey öğrenmediysem iki şey daha öğrenmişim bu filmden. Birincisi bir viski fıçısının açılması... Tıpasının sağına ve soluna büyük çekiçlerle vuruyorsunuz. Tıpa öyle yerinden çıkartılıyor yani... İkincisi de bizim burada tanıtım, katalog, reklam icabı etek giyen adama kız gibi etek giydi denir. Aslında karı gibi denir de neyse... İşte İskoç erkekler için etek geleneksel bir kıyafet olsa da filmden görüğümüz artık orda da etek giyen için kız gibi etek giyen adam muamelesi yapılıyor. Polisler öyle yaptı, filmin karakterlerine. Bu arada bahsettiğim iki film de seyirlik. İmkanı olan izlesin...

Bakalım başka ne not almışız? Bunu uzun tutmayacağım. Bir 25 sene yaşadım, kimin ne bok olduğunu anlamadım. Hangisi gerçek, hangisi doğru, hangisi samimi ve hangileri değil bilemedim. Söylem, eylem bu kadar ters gider mi arkadaş? Anam anam mı? babam babam mı? sen sen misin? bilemedim... Bir 25 seneyi daha böyle geçirecek gücüm yok, lütfen herkes açık olsun ve ne istediğini anlatsın... Ne olduğunu... Bak mesela sen benim için dersen ki Berk böyle yapar, davranır, düşünür... Orda işlem tamamdır... Ben öyle yaparım, öyle davranırım, öyle düşünürüm... Basit olun... Ya da basit olmamayı sıradan olmakla karıştırmayın... Rica ediyorum... Tamam sizin yanınız kalabalık, ben yalnızım birkaç kişi hariç ama sen ne zaman yalnız kaldığını değil bırakıldığını bir düşün... Bana hak vereceksin. Yalnızlık tercih sebebiniz olsun, şartların getirdiği nokta olmasın... Bunun için de bana açık olun. Yalnız kalmazsınız...

Eveettt... Özlemek yazmışım... Dün gece... Kimi, neyi özlemişsem artık. Hatırlamıyorum... O kadar özlemişim ki unutmuşum demek ki...

Hayat bir gündür, o da bugündür felsefesi saçma gelmiş bana yine dün gece. Hayat her gündür, o da bugüne kadar geçirdiğin hergündür demişim... Aslında sevdim bunu... Bugün bile yok, ne yarını? Geçmişinle varsın, bugün de yarın da... Geçmişini kurtar, yarınını halledersin... Bugün zaten yapacağın iş ise, dününü kurtarmak. Söylemeye gerek yok...

Yok olmak istiyorum demişim. Evet, istiyorum... Alacak - verecek yokken, verilmiş sözler ya da tutulmamış sözler yokken, kimseye kötülük yapmamışken(en azından bilerek) yok olmak istiyorum... Hazır yokken, yok olmak istiyorum...

Bir de twitter-Fenerbahçe yazmışım. Buradan twitterda yaptığım Fenerbahçe ile ilgili yorumlar için herkesten özür diliyorum. Her aklıma geleni oradan paylaşmak benlik bir şey olmasa da bazı takipçilerimin ve takip ettiklerimin samimiyetine çok inandığım için olabildiğince açık oluyorum orada... Gerçekte o kadar dışavurumcu bir insan olmadığımı bilirsiniz... Rahatsızlık için kusura bakmayın...

Annneeeeeeeeee bittiiiiiiiiiii!!!

Kendinize iyi bakın!!!

19 Ağustos 2012

Geceleyin Bir İhtiyar...


Son yazıda yazmışım yine, benim yazmamın hiçbir ehemmiyeti yok diye... 1 ay 1 hafta geçmiş son yazının üzerinden. Zaten son yazı da hiç reaksiyon almamış... Yenilen pehlivan güreşe doymazmış. Zaten Beckett ne demiş? Hepiniz biliyorsunuz...
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yaşanmamış(belki de yaşanmıştır, bilemezsiniz) bir hikaye ile devam edelim yazılarımıza...
İki insan... Konuşuyorlar... İnsanları tanıtmanın alemi yok. Çünkü tanıyamazsınız. Ben ne kadar tanıyorum ki size anlatıyım? Onlar birbirlerini ne kadar tanıyorlar ki? Sen, kendini ne kadar tanıyorsun ki?(Kim ki bu hikayenin kahramanları? Ben mi, sen mi?) Hem tanırsanız sevmezsiniz ki, ne demiş Bukowski? Bunu da biliyorsunuz...

- Beğenmesen de seveceksin yani...
- Seversen, beğenirsin...
- Beğenirsen, sever misin?
- Sevmiyorsan, sadece beğenebilirsin... En fazla...
- Nedir farkı?
- Seversen, oraya kadar gidersin. Beğenirsen şuraya bile gitmezsin...
- Yemekten bahsediyoruz değil mi?
- Farketmez...
- Peki seviliyorsan?
- Beğenirsin...
- Beğeniliyorsan...
- Sevinirsin...
- Ne zaman seversin?
- Geceleyin...
- Öyle değil yahu... Sevdiğini ne zaman anlarsın?
- Geceleyin... (Gülüyor...) :))
- İnsan kimi sever? Nasıl anlar?
- Yaşamayı, paylaşmayı sevdiğini sever.
- Farkı nedir beğenmekten?
- Yaşatılanı sevmemesidir. Kendi yaşadığını sevmesidir...
- Ah be dede her şeye cevabın var... Sen çok mu sevdin?
- Çok sevdim...
- Kaç kişiyi sevdin mesela?
- Çok kişi demedim, çok sevdim dedim...

Susuyorlar... Kalkıyorlar masadan... Ellerinde şarap şişesi... Genç adam bir türkü söylemeye başlıyor. Sanırım kafası güzel oldu. Dede, hiç kesmiyor genci... Dinliyor... Genç adam türkünün bir yerinde, sözleri bitirip ağzından melodiyi çalmaya başlarken dede iki mısra okuyor biraz alçak sesle...

- Sakladığın kendini böldün iki yarım'a;
İki kez yaralandın bir yarım yara için...
- Efendim?
- Sen devam et...
- Bişey dedin...
- Ben demedim, Özdemir Asaf demiş...
- Ne demiş?
- Sevdim demiş, çok sevdim...

Kendini iki yarıma bölmekse ve o yarımın yarasıyla iki kere yaralanmaksa sevgi; geceler sevginin sonsuz bekçisi...

- Hala seviyor musun?
- Şarap içiyorum görmüyor musun? Gece, deniz kenarında şarap içen herkes seviyordur...
- Ben de mi seviyorum?
- Benimle şarap içen herkes seviyordur...

Benimle, geceleyin, sahilde içki içecek sevdalılar varsa, hemen ulaşsınlar... Şarap şart değil... Hoşçakalın...

10 Temmuz 2012

Dinle

Te ne zamandır yazı yazmıyorum ve bir allahın kulu çıkıp da neden yazmıyorsun demedi. Demek ki haklıymışım... Ben var olabilen bir insan değilmişim. Kendimi en iyi burada var ettiğimi sanıyordum ama onun da hükmü yokmuş diğer bünyelerde...

Bu arada mezun oldum ben... Neyse...

Şimdi bir yola çıkılacak ve bir tatil yapılacak. 1-2 gün sonra gerçekleşecek bu hadiseler. O yüzden bu yazı...

Şimdi bu şehir terkedilecek. Işıklar bir bir sönerken. Gece vakti. Kim uyudu? kim uyuyamadı? diye düşüneceğim ben. Uyuyamayanlar yalnız kalmasın diye uyumayacağım. Uyuyanlar, nasıl uyurlar merak edeceğim...

Yola çıkıcam. Yanıma tüm sevdiklerimi alıp... Kelimelerimi, cümlelerimi... Ve birilerini, birini...

Çok fazla alacağım yanıma. Feribotta kaçak sigara içeceğim onunla... Mola yerinde ayran içeceğim. İlk gün denize onunla gireceğim... Gün batımını izleyeceğim kayalıklardan ona yaslanarak... Fotoğrafını çekeceğiz beraber. Karanlığı karşılayacağım onunla. Ay ışığının denize vurmasına bakacağız, sanki olağanüstü bir şeymiş gibi. Yıldızlara bakarak, bira içeceğim. Bir türkü söyleyeceğiz geceye... Uyanmak için...

Hepsini bilecek... Görecek... Hissedecek... Ama vakti olursa... Ama hayat kalırsa... Hayat, onu rahat bırakırsa...

Peki bildiğini, gördüğünü, hissettiğini paylaşacak mı? Belki evet, belki hayır. Belki güven, belki korku. Belki inanç, belki takıntı...

Yollar uzayacak... Her ilerlemede uzaklaşacağını sanacak. Oysa o hiç uzaklaşamayacak... Maalesef...

İster mi? istemez. Dener mi? kesinlikle... Ama o, olduğunu sandığı yerde mi? Hayır... Uyuyor ve kendini uzak sanıyor ya... Daha uyumadı, beni dinliyor...

Ve şunu unutmayacak(yani umarım): ”Yara almamışsa bir mutluluk, hiçbir darbeye karşı koyamaz.” Lucius Seneca - De Finibus

İyi geceler...
İyi yolculuklar...

Çok saçma yazı oldu... İçten bu geldi... Daha iyisini de yazabilirim. Ama daha sonra...

18 Haziran 2012

Bir kemik aynı yerden iki defa kırılmaz...

unutma!
yüreğinde bir ismin imzası var.. 
ve sen onu silemezsin.. 

söküp atamazsın ne kadar uğraşsan da..
seninle beraber büyür içindeki sızı..
ilk önce onu hissedersin..
başkasına dokunduğunda...

unutma!
bir kere sevdin mi..
uzun uzun yanarsın..
sitemler, öfkeler birikirken içinde..
sen azalırsın..
dilinde küfür, elinde kadeh eksik olmaz..
günler böyle geçer, alışırsın...

unutma!
sabahlar artık gecikir..
ister sağa dön ister sola..
gözüne uyku değil, gidenin hayali gelir...
kendini şiirlere verirsin..
elin sigaraya gider, her on dakikada bir..
fena zehirlenirsin...

unutma!
bir süre güvenmeyeceksin kimseye..
kendine sığınacaksın..
aşk konuşulduğunda sen susacaksın..
of'larla ah'larla başlayacaksın her cümleye..
çevrende senden başka herkes haksız olacak..
senin haklılığınsa çaresiz gidecek çöpe..

unutma!
bir gün kaldığın yerden başlayacaksın..
biri seni bulacak..
önce korkacaksın eski acılara yakalanmaktan..
biraz ürkeceksin..
ne kadar dirensen de nafile..
insansın sonuçta, seveceksin..

eski acılara bakıp da küsme sevdalara..
gavura kızıp da oruç bozulmaz..
sök at kafandan acaba'ları!
bir kemik aynı yerden..
iki defa kırılmaz..

artık kararmaz gecelerin..
bir daha yaşlar akmaz gözünden..
sabahların gecikmez..
kimbilir ağladığın günlere gülersin..
bir defa öldün ya zamanında..
bir daha ölmezsin...

kimin olduğunu bilmiyoruz, Can Yücel değilmiş...

03 Haziran 2012

Pis Moruğun Notları


daha iyi ve adil bir düzen özleminin aslında çürümeden ve başarısızlık duygusundan kaynaklandığının farkında mısın?

evet, efendim.

baban kötü bir insan mıydı?

bilmiyorum, efendim.

ne demek bilmiyorum?

yani kıyaslamak güç, efendim. sadece bir babam oldu.

benimle kafa mı buluyorsun, Stirkoff.

hayır, efendim: dediğiniz gibi, adalet yoktur.

baban seni döver miydi?

sıra ile döverlerdi, efendim.

hani bir baban vardı?

herkesin bir babası vardır, efendim. ben annemi kastetmiştim. o da kendi payına döverdi.

seni sever miydi?

kendinin bir uzantısı olarak, evet.

sevgi başka nedir ki?

iyi bir şeye değer verecek kadar sağduyulu olmaktır. kan bağı gerekmez. kırmızı bir deniz topu ya da üzerine tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek de sevilebilir.

tereyağlı kızarmış ekmeğe AŞIK olabileceğini mi söylüyorsun, Stirkoff?

her zaman değil, efendim. bazı sabahlarda, güneş ışınları belli bir açıdan gelirken belki. aşk habersiz gelir gider.

bir insanı sevmek mümkün mü sence?

iyi tanımadığınız biri ise belki. ben insanları pencereden seyretmeyi severim.

sen bir korkaksın, Stirkoff.

kesinlikle, efendim.

nedir senin korkak tanımın?

bir aslanla silahsız dövüşmeden önce tereddüt eden kimse.

peki cesur kime denir?

aslanın ne olduğunu bilmeyene.

herkes bilir aslanın ne olduğunu.

herkes aslanın ne olduğunu bildiğini sanır, efendim.

budala tanımın nedir?

zaman ve kan ziyan edildiğinin farkında olmayan kimse.

bilge diye kime denir o zaman?

bilge insan yoktur, efendim.

öyleyse budala da yoktur. gece olmazsa gündüz olmaz. siyah olmazsa beyaz olmaz.

özür dilerim, efendim. ben her şeyin neyse o olduğu kanısındayım. başka şeylere bağımlı olmaksızın.

o dar ağızlı vazolara fazla girip çıkmışsın sen, Stirkoff. her şeyin zaten olması gerektiği gibi 
olduğunu anlamıyor musun? yanlış diye bir şey yoktur.

anlıyorum, efendim. olan olmuştur.


kelleni vurdursam ne dersin?

bir şey diyemem, efendim.

demek istediğim şu: kelleni vurdursam ben İRADE sense HİÇ olursun.

başka bir şey olurdum, efendim.

benim SEÇİMİM doğrultusunda.

ikimizin de, efendim.

rahat et! rahat et! uzat ayaklarını.


çok lütufkarsınız, efendim.

hayır, ikimiz de lütufkarız.

elbette, efendim.


demek delirdiğini hissediyorsun, Stirkoff? peki delirdiğini hissettiğin zaman ne yaparsın?

şiir yazarım.

şiir delilik midir?

şiir olmayan her şey deliliktir.

yani.

çirkinlik deliliktir.

çirkin nedir?

kişiye göre değişir.

delilik gerekli midir?

vardır.

gerekli midir?

bilmiyorum, efendim.

çok şey biliyormuş havalarındasın, Stirkoff. bilgi nedir?

mümkün olduğunca az şey bilmektir

ne demek o?

bilmiyorum, efendim?

bir köprü inşa edebilir misin?

hayır.

silah üretebilir misin?

hayır.

ikisi de bilgi ürünüdür.

köprü köprüdür. silah da silah.

kelleni vurduracağım, Stirkoff.

sağolun, efendim.

niye?

beni motive ettiğiniz için. motivasyon sıkıntısı çekiyorum, efendim.

ben ADALET'im.

belki.

Ben ÜSTÜN'üm. işkenceye yatıracağım seni. çığlıklar atacaksın. ölümünü dileneceksin.

şüphesiz efendim.

ben senin efendinim, anlamıyor musun?

beni yönetebilirsiniz. ama yapacağınız şeyler yapılabilir şeyler olmaktan öteye gitmeyecektir.

zekice konuşuyorsun ama işkence altında bu kadar zeki olamayacaksın.

sanmıyorum, efendim.

bana bak. Darius Milhaud, Vaughn Williams dinlemek de ne oluyor? Beatles'ı duymadın mı?

onları herkes bilir, efendim.
onları sevmez misin?

onlardan nefret etmem.

nefret ettiğin bir şarkıcı var mı?

şarkıcılardan nefret edilmez.

şarkı söylemeye çalışan birinden?

Frank Sinatra.

neden?

hasta bir toplumun hastalığının depreşmesine neden olduğu için.

gazete okur musun?

sadece bir gazete.

hangisi?

AÇIK KENT.

GARDİYAN! BU ADAMI İŞKENCE ODASINA GÖTÜRÜN. HEMEN İŞKENCEYE BAŞLAYIN!

efendim, son bir istekte bulunabilir miyim?

evet.

vazomu yanıma alabilir miyim?

hayır, bana lazım.


efendim?

el koyuyorum. zapta geçsin. gardiyan bu sersemi derhal götür! ve bana biraz şey getir…

ne, efendim?

altı yumurta ile yarım kilo kıyma.

gardiyan mahkümu dışarı çıkarır. kral öne eğilip düğmeye basar. Vaughn Williams çalmaya başlar 
teypte. bitli bir köpek güneşin altında titreşen harikulade bir limon ağacına işerken dünya dönmeye 
devam eder.


Charles Bukowski, pis moruğun notları'ndan, Çeviri: Avi Pardo

20 Mayıs 2012

Rüya

Yuh! Saat 13.42 olmuş... Neden bu kadar uyudum ki? Normal bir saatte de yatmıştım üstelik. Şaşırtıcı. Belki de uykumda bayılmışımdır yine. Belki de rüyalarım güzeldi. Rüyalarım? Neydi ki? Peki uyanır uyanmaz yazmam nedendi?

Giyindim. Sıktım deodoranı(evet deodorant değil deodorandır doğrusu), parfümü. Sağ cebim delik. Oraya koyamam bozuk paraları. Sol cebe... Sigaranın yanına koydum. Sağ cebime telefonu attım. Cüzdana da arka ceplerden birini tahsis ettim.

Kapıyı çektim. 3 kere kilitledim. Annemin tembihi. Eve daha önce hırsız girdiği için, evin kapısını, evin içindeyken bile kilitliyoruz. Neyse. Kilitledim. Çok kalabalık anahtarımı koyacak yerim kalmamıştı. Benim anahtarım cidden çok kalabalıktır. 3-4 tane anahtarlık, 2 tane market indirim kartı, 1 tane de kapak açacağı mevcut. Haliyle sığmıyor öyle çok yere. Peki neden o kadar kalabalık? Anahtarlıklar hediyeydi. Hepsi aynı kişinin hediyesiydi :) Anısı vardı yani. Açacak çok lazımdı. E market kartları da indirim açısından faideliydi... Nasıl o kadar kalabalık olmasın ki?

Anahtar elimde kaldı. Öyle yürüdüm. Hava iyi mi kötü mü anlaşılmıyordu. Sıcaktı ama bulutlar çoktu, güneş yoktu. Yine de yürümeye elverişli bir ortam vardı. Bir gün önceki deli yağmura üzerimdeki kısa kollu t-shirtle yakalanmamdan ve o yağmuru yarım saat boyunca yemek durumumda kalmamdan dolayı; böyle havalar bana işlemezdi. Hayatımda 2. kere bu kadar çok ıslanmıştım. Diğeri de bilmemkaç sene evvel, otobüs beklerkendi. Ama ne otobüstü o? Gelememişti. O zaman aktarma mı yoktu acaba? Niye bekledik ki o kadar? Belki de beklemek güzeldi, ne bileyim. Hatırlamıyorum. Çok ıslanmıştık ve saatlerce sürmüştü, sadece bu.

Nereye gideceğini bilmeden yürümekti bugün görevim. Bu görevi çok seviyordum. Bazen kendimi bulduğum yerlere kendim şaşırıyordum. Ataköy 5. kısımın sahile bakan banklarında ya da Osmaniye'deki eğitim ve araştırma hastanesi biriminde ne işim olabilirdi ki? Bakalım bugün nerede bulacaktım kendimi?

Yürüdüm...

Yok ya burası tanıdık. Ben buraya daha önce geldim... Çok defalarca geldim... Ama şimdi neden gelmiştim?Kesin bir şeye ihtiyacım vardı... Neydi acaba? Unuttum... Burası... Yalnızdım... Upuzun binaların arasında kalmıştım. Dönmeliydim. Dönemedim. Kaldırıma oturdum. Ne çok köpek gezdiren var burada böyle! Yakaladığımı sevdim... Bu binalar yıkılırsa, sadece buradakiler ölmez; domino etkisiyle Düzce'ye kadar can alır bu binalar diye düşündüm.

Berk! Aaa biri bana seslendi. Kimdin ya sen? Heh hatırladım. İlkokul arkadaşım...

-Merhaba, naber?
-İyiyim sen?
-İyi ben de. Napıyorsun buralarda?
-Duruyorum.
-O ne be öyle?
-Yürüdüm işte öyle, bir şey yapmıyorum.
-Buralarda mı oturuyorsun ki sen?
-Hee kaldırımda oturuyorum işte.
-....(kem küm)
-Yok ya şaka tamam. Yok işte yürüdüm, gelmişim buraya kadar.
-İyi misin sen?
-İyiyim.
-Kime geldin, neye geldin?
-Napacaksın ya, bulup getirecek misin?
-Düzgün bir şey sorduk, ne bu haller? ben kaçtım.
-Ya El... Pardon.. Nereye?
-Sana ne? Napacaksın?
-Hee dimi?
-Sana bir şey diyim mi?
-Ne istersen...
-Beklediğin gelmeyecek...
-Ben bir şey beklemiyorum...
-Bekliyorsun...
-Hayır, beklesem niye geleyim? Yerimde dururum...
-Peki burada niye duruyorsun?
-Yoruldum...
-Daha çooook yorulursun...
-İşim yok, zamanım çok. yorulabilirim...
-Gelmeyecek...
-......(mırın kırın)
-Anlatmak ister misin?
-Neden?
-Rahatlarsın...
-Bugüne kadar hiç anlatıp da rahatlamadım. Daha fazla rahatsız oldum sadece...
-İyi, ben gidiyorum...
-Ben de...
-Gelmek ister misin bize?
-Olur...

Gittim...

Bir süre sonra oradan ayrılmaya karar verdim... Gerek yoktu daha fazlasına...

Bu sefer minibüse bindim. Kaybolmaya niyetim yoktu. Eve dönmeliydim. Sebebini bilmiyordum bu gerekliliğin ama böyle olmalıydı.

Bizim bakkala geldim... 3 tane Bomonti'yi aldım herzamanki gibi. 3.35'ten 10 liraya bağlıyordum. Hem ben kazanıyordum hem bakkal. Eve geldim... Hala yalnızdım...

Bugün ne olmuştu? Hiç... Peki ben neler yaşamıştım, hissetmiştim öyle? Ne de çok yorulmuştum, dururken...

Yalnızlık, gerçekten de bir yalnız kalma hali olarak belirse tamamdı ama içinden başka bir benlik kendi yalnızlığıma musallat olunca ortalık karıştı. Benim hiç niyetim yokken, içim beni o yere sürükledi... O çok delikanlı içim var ya içim, oraya gittikten sonra bir pısırığa dönüştü ve ben geri dönerken gıkını bile çıkaramadı... Ben böyle için...

İçim bile işe yaramadı, dışım ne yapabilirdi? Kalp beceremedi, dil ne söyleyecekti? Beyin söz geçiremedi, gözler neyi anlatacaktı?

Uuuuu saat 18.17... Ne çok uyumuşum... Bayıldım mı acaba yine?

Güzel bir rüya mı gördüm de uyanamadım? Hatırlamıyorum ki!

Haydaaa! Bu kağıt ne? Kim yazdı ki bunları?

Yüzümü yıkadım. Cebi delik pantolonumu giydim. Anahtarlıklar elimdeydi ve batıyordu.

3 tane Bomonti aldım... Kaldırımdaydım... Gelmeyecekti... Ama zaten beklemiyordum ki... Bu bir rüyaydı... Hepsi bir rüyaydı... Ben yoktum ve bu binalar boştu...

Uuuu saat 23.37... Ne çok uyumuşum. Peki bu yazı kimindi? Hepsi bir rüyaydı... Hatırlamıyordum ki...

Saat 04.01... Bu yazı bitti...

Bu şarkı bitmedi... Sail... Koyalım...






18 Mayıs 2012

Subliminal Banka

Facebook subliminal mesajlar veriyormuş. Facebook giriş sayfasındaki noktaları birleştirince SEX diye bir şey çıkıyormuş ortaya. Sonra birsürü öyle şey varmış işte site kullanıcıları için. Beyne sürekli bir sex pompalamasyonu oluyormuş. Neden Facebook'u en çok kullanan ülkelerden biri olduğumuzu(Dünya'da 6., Avrupa'da 1.'yiz) da anlamış olduk. İlkokul arkadaşı bahane, dekolteler şahane!...

Sonra Avrupa'da insanlar daha bıdı bıdı diyormuşuz. Buradakiler çok gericiymiş ya da açmış falan... E ne olacağımış? O kadar çok şey görüyormuş ki, istiyormuş hiçbir zaman kavuşamayacağı o şeyi. Facebook'un yarattığı toplumsal kötü vakaları geçelim, yani geçen gazetede okudum 16 dakikada tanıştı, 1 saatte sevişti, 3 saat sonra öldürdü gibi bir haber. Onu geçelim... İnsana dair diğer olumsuz vakalarda, böyle sosyal ağların pompaladığı dürtülerin yeri de çokmuş...

Facebook'un CIO'su Zückerberg çok acayip zenginmiş ama mütevazi bir hayat yaşıyormuş. Hayır yani nereye yatıracakmış ki parayı? Ye, iç, gez, toz bitmeyecek bir para...

Yine de Facebook'un kaynak ihtiyacı doğmuş. Halka açılıyormuş. Halka açılan her şirket gibi aslında yaptıkları halka yazılmakmış. Facebook, sex, açılmak... Çok subliminal...

Yok ya Facebook düşmanı falan değilim, hiç de umrumda değilmiş. Gerçeklerin peşindeymişim. Bu sebeple çok gerçekçi ama gerçek olmayan Oğullar ve Rencide Ruhlar kitabının hastası olmuşum.

Gerçek derken; geçen bir konferansa katılmışım. Uuuu konferans? Ama evet. Ben okula derse diye gittim, konferans varmış. Dalmışım içeri... Bankacı bir keltoş gelip bişeyler anlatmış. Ben ilk cümlesi zenginden alıp fakire veriyoruz diyen bir bankacıyı dinlememişim haliyle. Kızları kesmişim. Onu da yakalanınca farketmişim. Hayırdır şeklinde mimikler yapmış. Ben de utanmışım...

Adamın anlatması bitince sorular sorulmuş. Dinlemişim onları. Çocuk siz insanlara hayal satıyorsunuz demiş. Sonra da ödeyemiyorlar bilmemne diye dert yanıyorsunuz burada demiş. Adam da kem küm etmiş. Sonra da Türk'üz biz muhabbetine girmiş. Alırmışız, ödemezmişiz.

Yok Türkler bankalara çok güvenmezmiş. Avrupa'da insanların %98'i bankalarda hesap sahibiymiş. Bizde 40-45 civarımıymış neymiş. Bunun sebebplerini Türk'üz işte biz diye açıklayan adam da hakikaten tam Türk'müş...

Haa bu arada Dünya'da cep telefonu değiştirme hızı sıralamasında da Kanada'dan sonra ikinciymişiz. Kaç milyon fakir, kaç milyon işsiz şeyimizde değilmiş. İlle de cebimizmiş, ille de telefonumuzmuş, ille de facebookumuzmuş, ille de twitterımızmış...

Dünya'da sevgili değiştirme hızı sıralamasında kaçıncıyız lan acaba? Hele sevgiliden ayrılıp, diğer sevgiliyi bulana kadar geçen sürede seviştiğimiz insan sayısını değiştirme hızında bence en birinciyiz. Kimse elimize su dökemez. Çünkü kızlarımız hassas, erkeklerimiz de çapkınmış... Ayhhh canlarım ya. Yazık bize çok mağdurmuşuz. Her şeye de bi açıklamamız varmış...

Barlarda, sokaklarda gözüyle s..tiği insan sayısını değiştirme hızında uzayın öncüsüyüzdür bir de... Sonra o s..tiğimiz biriyle gerçekten sevişmeye ikna edebilme hızımız da fena değil artık... Nedeni bir önceki paragraf...

Şimdi okuyucular! Subliminal falan değil, direkt verdik mesajı. Hadi eyvallah...

Selin! İğrenç bir yazı oldu farkındayım... Affedivercekmişsin...

06 Mayıs 2012

Oda

Aylar süren bekleyişten sonra odamın boya badana işlemi tamamlandı. Gerek girişimci ruh eksikliği, gerek maddi durumlar, gerek de "yaz gelsin hele" söylemi nedeniyle birkaç ay boyunca iğrenç bir odaya hapsolmuştum. Şimdi çok mutluyum...

Odanın iğrençleşme sürecini kendi ellerimle başlattım. Çok zaman önceydi. Odanın renginden çok şikayetçiydim. Birgün gittim bir boya aldım ve vurdum fırçayı. Odayı bordo yaptım. Bok gibi oldu. Hem fırça izleri hem tavanı boyamalar hem de yere boya dökmelerle rezil bir hale büründürdüm odayı.

Bir de karanlık oldu açıkçası. Yani akşam 1-2 saat erken geliyordu benim odama. Ne kitap okunuyordu, ne yazı yazılabiliyordu...

Nasıl kurtarabilirim diye düşündüm. Posterler alıp yapıştırmaya başladım. Çok fazla poster oldu. Sonra pano astım. Üstüne de beni mutlu edebilecek şeyler koydum. Duvarlara baktığımda mutlu olmalıyım diye düşündüm. Artık fena sayılmazdı. Badanası iğrençti ama bi şekilli duruyordu. Kısacası odama birini misafir ettiğimde, utanmıyordum.

Bir zaman sonra bu şekilli görünümü perçinleyeyim diye el izlerimi bırakayım duvara dedim. Felaketim oldu... Oda iyice çığrından çıktı. Sonra birkaç stiker yapıştırdım. Bunun anlamı odaya tecavüz etmemdi. Artık buraya bir misafir sokamazdım. Sadece odaya sokabileceğim misafirlerimi sokmadım. Hayatıma misafir ettiklerimin odaya girmesi konusunda ise tabii ki edilgendim. Onların benden farkı yoktu. Bu oda benim olduğum kadar onlarındı.

Baktım ki oda boka sardı. Söktüm posterleri, kaldırdım panoları. Posterleri attım. Panonun üzerindekileri bir kutuya koydum. Dedim ki boyacı çağırın şu odayı adam etsin. Ben yaşayamıyorum.

"Hee tamam" dediler. İlk paragrafta yazdım...

Sadece odama misafir edebileceğim bir insanı, hayatıma misafir ettiğimi sandığım durumlar da oldu. "Burada nasıl yaşıyorsun?" diye sordu. "Ben burada yaşamıyorum ki, ölüyorum." dedim. Çok etkileneceğini sandım. "Bırak ya" dedi. Bıraktım...

Ve nihayet odam boyandı. Yatağımın pozisyonu değişti. Mobilyalar kondu. Bence güzel oldu. Şimdi odama herkesi misafir edebilirim. Ama hayatıma misafir olmuşları ağırlamak daha çok hoşuma gider...

Bu yazı, bu odadan yazılan ilk yazı... Artık ben burada yaşıyorum diyebileceğim bir odam var. Kitap okuyabileceğim... Ama pano koysam mı lan yine? Belki şekilli olur...

- "Yooo Berk yooo, henüz değil!"
- "Bırak ya!"

Bıraktı...

03 Mayıs 2012

Dur!

Korkuyorsun
Sevilmememekten...
"Yalnız bırakılmak"tan...

Korkuyorsun
Sevmemekten...
"Yalnız kalmak"tan...

Yani sen,
Sevginin, sana ait olan "sevgi"nin,
Ne olduğuna bakmıyorsun,
Çünkü korkuyorsun...

Yani sen,
Seni yalnız koymayacak türden
"Sevgi"nin peşinden
Koşuyorsun...

"Sevgin"in değil, ortadaki "sevgi"nin
Yani sen, yalanın peşinden...
Yani sen, sana ait olmayanın ardından...
Yani sen, sırf mutlu olmak uğruna...
Sırf yalnız kalmamak adına...
Sırf kendini iyi hissetmek için
Kendi hissetmediklerinle beraber
Koşuyorsun...

Korkunca, uzaklaşmak için koşar insan.
Sen kendinden uzaklaşıyorsun...
Koşuyorsun...

Koştukça daha çok yol katettiğini sanıyorsun
Daha fazla hata yapmayı umursamıyorsun
Sağında, solunda neler vardı görmüyorsun
Kaçırdıklarını farkedemiyorsun...

Sen!
Bir dur! Bak!
Sağına soluna değil...
Kendine...
Bak bakalım nesin? Kimsin? Nerdesin? Kimlesin?
Ve neyin peşinden gidiyorsun bu kadar sevinçle?

Sen!
Kaybetme kendini...
Korkma yalnızlıktan...
Uzaklaşma sol yanından...
Koşma...

Sen!
Senin derdin bitmez...
Sen bitersin...
Belki de bitmişsin...
Bitirmeye bile başlamışsın etrafındakileri...

Sen!
Durmadın!
Kalabalıklar içinde,
Yalnızlığının farkında bile olmadın...
Şüpheye düştüğünde,
Sana uzanan elin kimin eli olduğuna bile bakmadın.

Sen!
O eli de 
Kendisinden uzaklaştırdın...

Sen!
Koş!
Kork!
Uzaklaş!

Bir gün durduğunda!
Çok uzaklaşmış olduğunda!
Yanındakilere bak...
Kendine bak...
Korkunun bedeli işte...
Hala düşünebiliyorsan...
Hala kendine ulaşabiliyorsan...

Sen!
İyi geceler sana...


=) Ben bu yazdığım şeyleri buldukça kendime olan nefretimi katlayarak arttırıyorum. Bunu bir Cuma gecesi yazmışım. Nerede yazdığımı hatırlamıyorum. Ben içince mala bağlıyosam demek ki... Neyse. Bu saçmalıkları yırtıp attığım için, buraya koyuyorum. Bakıp eğlenirim diye... Kusura bakmayın okuyucular... Varsanız tabii... Selin var galiba ama. Son yazı yine facebook beğen tuşuna mahzar olmuş. Selindir diyip geçiyorum artık :)

Hadi görüşürüz...

Bir şarkı ekleyelim de bu post bir anlam kazansın :) Akustik iyidir, izleyiniz...


23 Nisan 2012

Deniz

Gecelerden bir gece,
Bir not defteri ve alınmış bir not...
-------------------------------------------
Karanlıktayım,
Tek başıma...
Yok ya tek başıma değil,
Bir kedi var, 
Tek başına.
Dost arıyor sanki,
Dost arıyorum belli.
Sevdirdi kendisini biraz. 
Ama o da sıkıldı benim sevmelerimden
Gitti...
Diğerleri gibi...
Gitsin...
Diğerleri gibi...

Bana, bu deniz, bu ay ışığı ve bu dalga sesleri yeter.
Kalem var, defter var.
Böyle yalnızlık olmaz elbette.
Yazarken yalnız olunmaz.

Yazarsam çoğalırım.
Yalnızlığımı yazsam bile mi?
Bira bitene kadar en azından,
Sigaram sönene kadar...

Kaç ölü beden var, bu denizin dibinde?
Kaç ölü ruh var, bakan bu denize?
Kaç kırılmış şişe?
Kaç bitmiş sigara paketi?
Kaç damla gözyaşı?

Yaz gelse de denize girsek mi?
Yazı kışı yok, denizle yaşamak mı?
Hayata denizi katmak mı?
Denizle bir hayat kurmak mı?

O gemilerde kaç hayat var?
Cigaranın ucunda sona ermeyi bekleyen...
Her nefeste geçmişini biraz daha unutan...
Kaç kişiyiz şu saatte denizi düşünen?
Tek kişiyim düşüncemi kağıda döken :)

Ben neler yazdım...
Ne çok yazdım...
Otobüste yazdım, trende yazdım
Evde yazdım, okulda yazdım
Barda yazdım, meyhanede yazdım
Yaz dediler yazdım, yazayım dedim yazdım...
Söz uçtu tamam ama yazı da kalmadı be!
Bu da kalmayacaklardan mı?
Kalmasın be...
Sen kaldın mı ki yazdıkların kalsın?
Bira kaldı mı?
....
Kalmış...
Son sigarayı yaktım. Üşüdüm...
Gideceğim... 

Deniz! Sen yalnız değilsin...
Ben hiç değilim...
Yok ya, öyleyim...
Ama...
Uyurum geçer
Olmadı büyürüm geçer
Olmazsa ölürüm geçer
Geçer yani, dert etme
Düşünme sen beni,
Ben seni düşünürüm...
Her zamanki gibi...
Ben seni düşünürüm...
Düşünürüm...
Sadece düşünürüm...
Düşünebilirim...
Akıl benim, özgürlük mabedim...
Düşünürüm... Düşlerim...
Hayat senin, müdahele alanın
Düşünmezsin... Düşürürsün...
Ben seni düşünürüm...
......
Bira bitti, eyvallah.
Yine geleceğim... 
Yine yazacağım sana...

Ama bak, ağlamadım bu sefer...
Çünkü kötü bir şey olmadı,
Çünkü hiçbir şey olmadı...
Çünkü kimse gitmedi,
Kimse kalmadı...

Ama ben gidiyorum...
Al bu şişeyi de sana bırakıyorum
Dibinde bıraktım azıcık...
Afiyet olsun... 

Balıklara iyi bak...
Bari onları düşün...
Ben seni düşünürüm...
Eyvallah...
-----------------------------------
Uuuu beybi! Kafalara bak. Sen neymişsin be Berk! Bu ne saçmalakmış!

21 Nisan 2012

Ben Varım

Yıllar önce "Ben Varım" diyen bir kadın için öldü deniliyor ya, hiç ciddiye almıyorum. Ayten Alpman 1973'ten bu yana ölümsüzdür. Tüm memlekete ilan etmiştir, ölümsüzlüğünü. Ama işte bir başkadır benim memleketim, anlamaz...

Ayten Alpman denilince, aklına "Bir Başkadır Benim Memleketim" şarkısı gelen bizden değildir. Ayten Alpman şu son 1-2 senede söylediği şarkılarla beni ağlatabilen tek insandır. "Ben Varım", "Sen Benim Şarkılarımsın", "Tek Başına" gibi şarkıları dinleyip dinleyip, süzdürmüşlüğüm var gözyaşlarımı.

Öyle bir söylüyor ki, sözleri tek tek duyuyorsunuz ve anlamak istiyorsunuz. O ses, size anlam yüklemek için zaman bile veriyor hatta...

Kısacası Ayten Alpman ölmez; onun sesi, sonsuza kadar en az bir kişinin gözyaşlarında yer bulacak kendisine.

Ben Varım şarkısını koyalım biz de buraya...


Bu havalardan oluyor bu ölümler. Nisan'da güneş olur. Hep güneş olur. Bu kadar az olmaz. Doğa mesajı veriyor, karartırım dünyanızı diyor. Yapıyor da. Ama işini yarım bırakan doğadan da bana gına geliyor. Geçen çıktı ya fırtına. Yaralananlar oldu tabi onlara geçmiş olsun ama bırakma şu işi yarım. Fırtına, hortum derken ver depremi de tsunami etkisi yaratsın, yavaştan ölelim. Nedir yani?

Doğa verdi, doğa alsın. Biraz daha dirayetli duruş bekliyorum doğadan. Adam olsun, gerçek gücünü göstersin. Taksit taksit sıkıntıya sokmasın. Acı çekerek öldürmek bu işin doğasında mı var acaba?

Biz gidemedik onun peşinden, o gelsin götürsün...

Hadi doğa, sana güvenim tam. Beni kaybedebilecek kadar çok suya, toprağa, taşa sahipsin biliyorum. Çekinme... Korkmuyorum da merak etme. Geride bıraktığım da yok, önümde yol alan da... Hadi!

Geçmiş değil bugün gibi
Yaşıyorum hala seni
Sen hep benim yanımdasın

Gündüzümde gecemdesin
Çalınmasın söylenmesin
Sen benim şarkılarımsın

Sanki hiç gitmemiş, hep var gibi
Bir sırrı herkesten saklar gibi
Sessizce sokulup ağlar gibi
Yanımdasın

22 Mart 2012

Aşk Bitti

Ben, Jehan Barbur'un sesiyle tanıştığım ilk gün, bu şarkıyı ondan dinlemem gerektiğini düşünmüştüm... Hissikablelvuku diyelim... Çok mutlu oldum... Buyrun:


Telefonumun zil sesi melodisi Jehan Barbur "Gidersen"di. Sanırım değişecek...

12 Mart 2012

Kan

O ölen 11 işçiden biri olmamak için ne cefalar çekiyoruz, ey insanlık?

Ölen 11 işçiden değil de, cesetlerinin üzerine dikilecek otelde konaklamak için veya oraya kurulacak alış-veriş merkezinden alış-veriş yapabilmek için ne badireler atlatıyoruz, ey ahali?

Biz niye okuyoruz/okuduk kardeşler? Oturduğumuz evlerin, iş yerlerinin, plazaların altında bizim canımız, kanımız olmasın diye mi?

Kar yağarken, akşam vakti; kaldıkları çadırda yanarak ölen biz olmayalım diye değil mi bunca çaba. Annemizin, babamızın, kendimizin çabası...

İmkanımız var ve biz çabalıyoruz... Çabalamaya dahi imkanı olmayan? Ölüyor. Yanarak...

O imkanı yaratmaya çalışan da... Harç parası çıksın diye, hamallık yapan da ölüyor, karda kışta şantiyede kalmak zorunda olan da...

Biz... O hamalın öldüğü yerlere ya bir turistik gezi vesilesiyle ya da düğün-dernek için gidenlereniz. Biz o şantiyenin üzerine kurulacak alış-veriş merkezlerinde kardeşimizi, sevgilimizi vb. eğlendirenlerdeniz...

Biz galiba sadece bir sebepten ötürü okuyoruz... Daha iyi yaşamak için değil, daha iyi ölmek için... 

TT Arena yapılırken 2 işçi hayatını kaybetmişti yanlış hatırlamıyorsam. Geçen sene Fenerbahçe-Galatasaray'ı orada yendiğinde ne kadar sevinmiştim. Galatasaray bu sene Fenerbahçe'yi yendiğinde, taraftarları ne de çok sevinmişti...

Okuyoruz, niye? Para saymayı çok mu seviyoruz(iktisat, işletme), parayla temel hak satmayı çok mu istiyoruz(sağlık, eğitim hakkı / doktor, hemşire, öğretmen), icraya gitmek, bu kokuşmuş adaletin bekçiliğini yapmak tek hedefimiz mi?(avukat, hakim, savcı) Biz, kötü ölmek istemediğimiz için, kötü yaşamayı seçenlerdeniz...

Sorumluluk edinmemiz bu yüzdendir, bir kişiye ya da bir yere bağlanmalarımız bu nedendendir, ailemize olan saygımız ya da onların bize bağlılığı bu yüzdendir... Etrafımızı şekillendirmemiz bu yüzdendir. 

En kötü biz öleceğiz... Yavaş yavaş, acı çekerek... Yalnız... 11 kişi değil, tek başımıza... Binlerce kez... Belki de her gün binlerce kez...

11 işçiyi ne zaman unuturuz? Unuttuk bile... Tuzla'da 2-3 sene boyunca neredeyse her hafta bir insan ölüyordu, unuttuk. Zonguldak'ta 26 kişiydi yanlış hatırlamıyorsam(bak, unutmuşuz) maden ocaklarında öldü, unuttuk. Sırtında yüküyle, har(a)ç parası için hamallık yapan öğrenci öldü, unuttuk. Gölcük'ü, Düzce'yi, Van'ı unuttuk. 

Siyasi bir çekişmenin sonucunda yaşamadıysak o "kötü" ölümleri, unuttuk.

Unutmakla kalmadık. Üstünde oturduk, yedik, içtik, eğlendik...

Afiyet olsun, iyi eğlenceler... Bahşişimiz(Sadakamız) bol olsun...

Kanla besleniyor, bütün ülke... Kan kusmamız dileğiyle...


09 Mart 2012

Telefon

Bu aralar çok yalnızım. Sebebi: Telefon...

Millet durmadan konuşsun diye birsürü kampanya yapan GSM şirketleri, benim yanımdakileri benden aldılar. İlk kampanyalar başladığında kendimden geçmiştim. Uzun uzun telefon görüşmeleri yapıyordum. Arıyordum, aranıyordum. Gençtim o zamanlar... Konuştukça var olabileceğini sanan insana genç denir. Ben de öyle sanıyordum. Cevvaldim. Gece konuşurdum, gündüz konuşurdum. Yetmezdi; sapıklık yapardım, şarkı dinletirdim... Pisleşirdim de yani...

Sonra bir şey oldu, ben hayata küstüm. Bunun sebebini de biliyorum. Dillendirdiğim de oldu. Hatta sebebin kendisine de dedim, hayata küsmemin sebebisin diye. İşte o küsüş sırasında ben telefonla olan bağımı da kopardım. Telefon kullanmayı bıraktım... Artık sadece telefon beni kullanıyordu. Çalınca açıyordum... Mesaj gelince cevap yazıyordum...

Çok az aradığım insan vardı, hatta ne yalan söyleyeyim 1 kişi vardı. Berisini arayamıyordum. Telefonun varlığını unutuyordum. Varlığını unutamadığım tek şeye bağlı olarak aklıma geliyordu telefonun varlığı. Sonra o da kalmadı.

Ben yıllarımı böyle geçirirken; herkes birbirini aramaktaydı. Sevsin, sevmesin herkes birbirinden haberdardı. Aşklar, arkadaşlıklar paylaşılıyordu. Kavgalar ediliyordu... Ben hiçbirini yapamadım. GSM şirketleri azdıkça azdı. Neredeyse bedava konuşulabiliyordu. Ama ben konuşamıyordum. Uzaktakiler niye aramıyorsun, bak bir daha aramayacağım dediler ve birkaç kere daha aradıktan sonra sözlerini tuttular. Yakındakiler arıyoruz arıyoruz ağzından laf çıkmıyor demek ki konuşmak istemiyorsun benimle dediler ve aramaktan vazgeçtiler...

Ben hala kimseyi aramıyordum. Kaybettikçe kaybediyordum. Sonra telefonu olmayan birine vuruldum. Çok etkilendim. Ancak bu sefer de aramak isteyip, arayamadım... Telefon başıma belaydı, anlamıştım.

Telefon bozuldu, yenisi alındı. Daha fazla çalıyordu artık. İnternet zımbırtısı var çünkü. Mailde falan ötüyor. Telefon beni daha çok kullanmaya başladı... Ama o kadar ötüşün arasında "gelen arama" diye bir şey yoktu yine de. Kimse aramıyordu...

Aramazsan aramıyorlarmış... Gökhan Özen demişti zamanında. Aramazsan arama yar aramazsan arama. Zaten merhem olmazsın sen benim gönül yarama... Saçmalamış ve konumuzla hiç alakası yokmuş...

İşte bu telefon üzerinden ilişki yönlendirme yetisine sahip olmadığında yalnız kalıyormuşsun, kaldım. En son telefonu da yalnız kalmak için kullandım. Aradım ve ben yalnız kalmalıyım dedim.

Ama farkettim ki çok yalnız kalmışım. Ben biraz yalnız kalayım(mmhhh beni rahat bırakın, kafamı dinlemek istiyorum gibi artistçe bir tavırdan söz ediyorum) derken, hepten yalnız bırakmışlar beni. Arasam, konuşacak insanlar var ama bende beceri gelişmemiş. El telefona gitmiyor. Telefon çaldığında da konuşacak zihin bulunamıyor. Ben o alete konuşmayı beceremeyeli epey zaman oldu. Sadece cep telefonu da değil, eve telefon geliyor benden çıkan sesler: "hebelek, gübelek, ben babamı-annemi vereyim"

Evde de yalnızım...

Oğlum konuşsana... Yahu beceremiyorum. Vallahi beceremiyorum... Ablam diyor mesela. Berk konuşsana. Ya yok, yapamıyorum. Gel yamacıma, konuşayım...

Benim telefon çalar ve ben iki sebepten dolayı konuşamam. Biri arar ve ben "bu niye arıyo ki ya şimdi" derim ve konuşamam. Başka biri arar "oha! o arıyor lan" diyerek aklımı yitirir ve konuşamam... Konuşamayan bir insanı aramak da olmaz...

Arayanım yok, aradığım da yok... Bu sebeple görüştüğüm de yok, göründüğüm de...

Nereden girdi bu telefon bu hayatımıza ve neden bu kadar yaygınlaştı...

Bunun bir sonraki aşamasını biliyorum. Ses de kaybolacak 5-6 seneye. Facebook ve twitter kullanma yetisine göre, çevremiz oluşacak. Twitter yetimi geliştiriyorum bence, 5-6 seneye normalleşeceğim...

Ama şu an çok yalnızım ve bunu kendim seçtim... Biliyordum olacakları... En başından...

Yazı boyunca bahsettiğim yalnızlık gerçeğinin üzücü ve acınası bir durum olarak algınacağının farkındayım... Böyle algılayanların telefon kullanma becerilerinin gelişmiş olduğunu tahmin ediyorum. Kesin öyledir. Bir insan kendi yetilerinin olmadığı insana acıyabilir çünkü...

Acınacak halde olabilir miyim? Şüphesiz... Bunun için de bir şarkım var. Hakan Altun'dan geliyor:

Telefonun başında, çaresiz bekliyorum
Bekliyorum ama, çalmayacak biliyorum
Yüreğim diyor ki, boşuna bekleme
Aramaz gururundan, seni çok sevse de
.......

Gerisini bilmiyorum. Benimki keşke böyle bir şey olsa. Keşke telefonun başında beklesem, keşke beni çok seven birileri olsa... Gururu olmasa da olur =)

Eyvallah...


08 Mart 2012

Çıksana Oradan! Çık Artık...


Bu diziyle sizi fazla haşır neşir ettiğimin farkındayım. Kimilerine göre samimiyetsiz de :) Amma velakin ben Mecnun muyum acaba?

Bu videolar sadece arşiv mahiyetinde... İsteyince, kendimi hatırlamak için. Bu kişisel hezeyanlardan ötürü, çevreye verdiğimiz rahatsızlıklar sebebiyle özür dilerim...

05 Mart 2012

İtiraf

Bu sefer sadece bir video koyuyorum gençler... Mecnun'un itirafları ve çaresizliği ile Yavuz'un Göğe Bakma Durağı yorumu... Anlayan anlar... Anlar mı? Anlar... Selin naber? :) Facebook beğen tuşu seni bekler :)


Hoşçakalın... Bu arada kim facebook beğen tuşuna basıyorsa sağolsun... O tuşa basanlar sayesinde blogun daha fazla okunduğu aşikar... İsmini bilmediğim o şahıs(lar)a teşekkür ederim. Facebook'un CIO'suna ettiğim laflar için de özür dilerim. O hacı abi sayesinde mutlu oluyorum...

03 Mart 2012

Ne Gelir Elden?

Biliyorum ki okumak çok zor gelecek zira bir hayli uzun. Fakat ben kırparak ancak bu hale getirebildim. Bence tamamını okuyun internette. Hee bu çocuğun ruh hali nasılmış diye soran varsa ki niye soruyorsunuz bilemem, onlar bu kırptığım yerleri okuyabilir... Hoşçakalın...


kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada 
anılar bulacaksam- anılar mi dediniz ? ne sesli bir vuruşma 
odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar 
rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar 
bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru 
bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar 
sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler 
zorlanmış bir gülüşten-iğrenip birden-kusmalar, bulantılar 
bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar 
ölüler bulacaksam-ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa 
vurmalar 
ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün 
ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu 
konuda 
ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık birşey insanın 
sonsuzunda 
bu kadarcık bir şey-iyi ya, peki, şimdi kim var sırada 
sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza 
yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla 
ne güzel ellerimizle.. başlayın, hadi başlasanıza 


ne çıkar siz bizi anlamasanız da 
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar 
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da. 


hiçbir şey ! kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek korkuyorum 
bir yaşlı kadın en erkek boyutunda 


kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız 
kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere 
bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda 
vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta 
ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha 
üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu 
hiç bilmiyoruz 
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla 
tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı 
böylece, niye olmasın, işte bir orman daha 
sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz 
ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda 
ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız 
kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız 
yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız 
ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla 
tam öyle gibi.. demeyin: eh, biraz yorulsak da 
demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda 
biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz 
bilmiyoruz ya 
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla 


ıı. 


ben mutsuz kişiyim, size yüzümü getirdim bu anlamda 
nasıl seğirttim işte, kızmayın işte, dün o hekim dedi ki 
dönünce birden yüzüme, yüzümün bu en yitik çağına 
dedi ki: siz niye yoksunuz acaba 
bilmem ki – doğrusu bilmiyorum – niye yokmuşum ben 
sahi ben niye yokmuşum – öyle ya – elbette sordum ona 
dedim ki – ne desem beğenirsiniz – iri bir top çekiyor gibi bilardo masasından 
dedim ki, falan filan.. 
örneğin ölüversem şu daralmış yüreği kullanaraktan 
ölüversem şuracıkta 
bakınca herkes orama burama 
derler mi bir ağızdan: bu ölen de kim 
hey tanrım! ölen de kim, yani kim yaşamış kendi adına. 


yani kim yaşamış kendi adına 
vardır ya, hani hep görürsünüz, berber dükkânlarında 
tam önünde kapının, beyazla kırmızı bir şey döner 
döner de döner öyle; hani bir simge, bir şey 
hani ne başlar ne biter 
hani ne vardır ne yoktur 
tanrısal bir harekettir din adamlarınca 
bana sorarsanız büsbütün hareketsizlik 
çıldırtır insanı, zorlanmaya görsün insan bakmaya 
hem sonra şaşarım buna, niye olmalı insansak bu akıntıda 
herkes gibi bir şey niye olmalı 
bakınca işte şurdan şuraya 
masalar, masada yazı makinaları 
derim ki, niye olmalı 
bu yenilgin elleri, düzensiz, ak kâğıtları 
sürüngen parmakları 
çağrısız yüzleriyle önce ve ıssız 
hayata bir şey demeyen bu garip adamları 
bu cami önlerini, bu mühür kazıcılarını 
mühürlere yazılmış loş, kuytu, serin 
yıllarca unutulmayan o kadın adlarını 
ve duvar diplerini, kararmış, dik yakaları 
bilmem ki niye 
yani masalar işte, masada yazı makinaları 
istemem, niye olmalı 
evleri, evlerde kalmaların umutsuz şarkıları 
devingen çocukları, kırılgan bardakları, kirli – mor balkonları 
bakımsız avluları 
avlular.. ve uzun ve esmer domino oyuncuları 
sonra gene upuzun kahveye çıkmaları 
öyle hep çıkmaları, güneşli, düz sokaklardan 
bitmeyen bir zamandan devşirmek yaşlılığı 
kadınsa – nasıl artık – seğirtken bir ürperişle 
yeniden bir erkekle.. ama hiç ummadığı 
öyle ya ummadığı, çünkü korkmakla bundan 
nemli bir vücut gibi düşürüp yalnızlığı 
ki sevinsin diyerek çardaklı kahvelerde 
yaş masalar üstünde onların anlamadığı 
derim ki, niye olmalı 
niye olmalı bilmem 
şöyle bir yol kenarında yerini sektirmeden 
ölümsüz bir şey gibi sevimsiz dilenci suratları 
ve akşamüstlerini, kıvrılan dudakları 
değişmez bakışları 
bir hüzün gibi değil, doğrusu değil 
hüzünden daha fazla, ölümsüz duyguları 
derim ki, niye olmalı 
şu oynak bacakları, yıkanmış köpekleriyle yan yana 
kadife ayakları 
bir sarı yol üzerinde neşesiz kadınlarla 
hep aynı çizgiyi peyleyen o yorgun çocukları 
herkes gibi bir şey niye olmalı 
varken kendini bulmak, bulmalı 
hem nasıl bulmalı ki, çılgınca uzaklaşan 
sizlere gelmek için, geçerek bir ot kokusundan 
atlayıp bir çiti birden, okşayıp bir kediyi 
ah nasıl istediğim, sizlere gelmeli belki 
sizlere, sizlere gelmeli bitirmiş gibi bir şiiri 
öyle ki, kalmadan artık yapacak bir şey kalmadan 
üstelik – bilmiyorum ya – biliyormuş gibi en azından 
ben sizin hangi ülkenizde olduğumu o zaman 
o zaman şimdi ne zaman, iyi bilerek 
gelirim de sizlere, alınınca odaya 
şöyle bir köşeye oturuncaya 
kadarki o sıkıntıyı geçerek 
başlarım konuşmaya 


derken bir “hey!” çıkıyor çok kısık bir sesle ağzımdan 
hey, sana söylüyorum, park bekçisi, serseri! 
bir parça şarabım var altından 
yaş desen kırkı bulmuş, ölümümden bir parça 
yani bak kısa yoldan bir toplam 
nasıl da çizgilendim, büsbütün aklaştı saçlarım 
ve yorgun bir duman gibi savrulup çay ocaklarından 
düzlere vursam düzlerden 
dağlara vursam dağlardan 
önce bir kendime doğru: kimsesiz, ince, sokulgan 
sonra hep her şeye doğru, o denli hızlanaraktan 
ve cansız, ve soluk kilise resimleri gibi 
acılı, bungun, geçerim dalgınlığınızdan 
öyleyse de bana, nasıl anlamam 
tükenmiş sevgilerce mektuplarda bulunan 
o “her şey” kelimesi gibi 
anlamı bitmek olan 
nasıl anlamam ben kendimi 
işte hey park bekçisi serseri 
bir parça şarabım var altından 
çeksem diyorum kafayı, sen bari açma çeneni 
açma ya, istiyorum, azıcık anlayıver beni 
bilsen ki o enayi, hani cam tacirinin karısı 
– hani ben memurdum yanlarında – 
gelecektir birazdan. öff!. şimdiden ne sıkıntı ha 
giyinmiş, sürünmüş, takınmıştır şirretliğini 
geçecektir karşıma, bir beni süzecektir, bir elimdeki şişeyi 
ama ne denir sanki, bilmez mi işte o da 
her şeyi nasıl teptim, bilmez mi 
oysa kaç kere yüz verdi, üstüme saldı gözlerini 
baktı ki iş yok bende, üstelik aldırmıyorum 
bir akşam yemeğinde, dostlarıyla beraber 
eliyle dürterekten yanındaki erkeği 
beni göstererekten: ha ha ha, hi hi hi.. 
gerçi sarhoştu biraz, bana ne onun sarhoşluğundan 
sonra bilmem ki nasıl, öyle canlıydı ki elleri 
durmadım, çıktım sokağa, sokaksa ne güzeldi 
o cansız, o soluk kilise resimleri gibi 
bir tanrı duruyordu, az ötelerde 
mutluydum, niye mi? çünkü be yaratmıştım o tanrıyı, o şeyi 
ah yaşasam diyorum, o günü bir daha yaşasam 
ve hüzün... isterik bir kadın gibi üstüne çekse beni 


bir bir gezindim de ben bütün mezarlıkları 
zakkumları gördüm ve erguvanları 
ölüler gördüm ölüler, bir avuç kemikle o sonsuz 
onlar ki ne yaparlar, hiç bilmem – ben sevmem omuzlarımı 
ayaklarımı da 
takır da takır, takır da takır omuzlarımı 
ayaklarımı 
ayaklarımı, omuzlarımı 
içimde yürürler doldurup uykularımı 
dışımda yürürler, ki benden değiller gibi kaskatı 
ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını 
yaşarken olmadığını, sonra hiç olmadığını 
ve nasıl isterim ki, açınca bağrımı birden 
der gibi, diyerekten: ey lazar çık dışarı! 
çık dışarı, çık dışarı! 
oysa ne mezarlar konuşur, ne lazar çıkar dışarı 
ne de bir ses olur ağzımda: kaygılı, titrek 
göstermek için sizlere yaşıyor diye insanı 
ne sanki bir böcek gibi olduğum yerde kurumak 
süpürün kabuklarımı! 
ne öyle balıklar gibi vurmak kıyıya 
döndürmek için sulara bir balık boyu yaşamı 
ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını 
yaşarken olmadığını, belki hiç olmadığını 
ya sonra nasıl işte, kuşkuyla soraraktan 
insan, insan, insan! ben miyim, başkaları mı 
ben miyim başkaları mı – yani bin köşeli, bin kıyılı 
bir kavrayışla 
istesek bir şey değil 
istesek daha fazla 
takır da takır, takır da takır omuzlarıyla 
ayaklarıyla 
nedir mi insan? – ya nedir sahi, biraz anlatsanıza!. 
hadi anlatsanıza! 
- elbette anlatırız, niye anlatmayalım 
- insan mı dedik, ne dedik? haa, tamam, bize kalırsa.. 
- evet size kalırsa 
- hiç canım, biraz oyalansanıza 


ne çıkar siz bizi anlamasanız da 
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar 
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da. 


bilirim, böylece vakit olmalı 
bir caddeyi kullanmalı az çok, bir göğü, bir kadeh siyah şarabı 
denedim, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı 
yerler var, boyunca sokaklar, geçince çok duvarları 
o duvarlar ki hep öyle: akasya, erzurum, askerlik fotoğrafları 
ya kâğıtlar – ne de çok – çok gözlü bir deniz hayvanı kâğıtlar.. 
nerde bir alaska var, nerde bir alaska yok, işte onları 
nerde bir afrika’yı 
afrika.. ve akılda tutulan yerleşik insan kokuları 
diyorum kullanmalı 
o durmuş saatleri, baş başa evrensiz kalmaları 
şehvetli çarşıları; çarşılar.. yağ, balık, gül yazıları 
kocaman evleri sanki, bir kocaman anahtarları 
bulanık bir göz gibi – tam öyle gibi – çok kaygan odaları 
odalarda yan yana, erinçli, hür yatmaları 
diyorum kullanmalı 
“nereye? – bilmem ki..” işte o adamları 
eskimiş kanları az çok, bir filmin koptuğu yeri, resimsi bakışları 
peygamber soylarını, o uysal ateşleri, hurma şaraplarını 
ve kutsal kitapları 
öyle ya, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı 
bu ölümsüz kalmaları 
yani bir sonsuza varmayı boyuna – biz ikimiz seninle 
ama sen kimsin işte? bunu hiç sormamalı 
bunu hiç sormamalı; bitmesin, sürsün diye 
böylece, azıcık vakit olmalı 


yani ben böyle istiyorum, bırakın böyle olsun 
diyorum – pek uzaktan – sevgilim, boş geçirmeyelim mi geceyi 
ben o senin omuzlarını düşündüm, bundandır, şimdi gözlerim beyaz 
benim gözlerim beyaz – hem nasıl – bilmiyorum, ya seninkisi 
ne dersin, hayır mı, boş geçirmeyelim mi geceyi 
kapasak mı pencereyi acaba 
geçiyor – anneniz mi – eskimiş yün kazaklarla 
babanız – daha erken – gelmeyen babanızla 
gelecek! – annenizdir – çoğalan gözleriyle kapıda 
gelmiyor – babanızdır – bulunmuş eşyalar arasında 
ağlıyor – annenizdir – yok canım, biraz oyalansanıza! 
gibi oyalansanıza 
girerekten mutfağa, soraraktan o kalaylı taslara 
çünkü o baş dönmesi ya orda, ya yukarda tavan arasında 
güveler, hep güveler, bir delik, bir delik daha 
biraz oyalansanıza! 


bir oyun başka olamaz oyundan gibi 
bir söz başka olamaz bir sözden gibi 
bir şey başka olamaz bir şeyden gibi 
tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa 
ne gelir elimizden insan olmaktan başka 
ne gelir elimizden insan olmaktan başka. 


ne çıkar siz bizi anlamasanız da 
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar 
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.


Edip CANSEVER