22 Mart 2012

Aşk Bitti

Ben, Jehan Barbur'un sesiyle tanıştığım ilk gün, bu şarkıyı ondan dinlemem gerektiğini düşünmüştüm... Hissikablelvuku diyelim... Çok mutlu oldum... Buyrun:


Telefonumun zil sesi melodisi Jehan Barbur "Gidersen"di. Sanırım değişecek...

12 Mart 2012

Kan

O ölen 11 işçiden biri olmamak için ne cefalar çekiyoruz, ey insanlık?

Ölen 11 işçiden değil de, cesetlerinin üzerine dikilecek otelde konaklamak için veya oraya kurulacak alış-veriş merkezinden alış-veriş yapabilmek için ne badireler atlatıyoruz, ey ahali?

Biz niye okuyoruz/okuduk kardeşler? Oturduğumuz evlerin, iş yerlerinin, plazaların altında bizim canımız, kanımız olmasın diye mi?

Kar yağarken, akşam vakti; kaldıkları çadırda yanarak ölen biz olmayalım diye değil mi bunca çaba. Annemizin, babamızın, kendimizin çabası...

İmkanımız var ve biz çabalıyoruz... Çabalamaya dahi imkanı olmayan? Ölüyor. Yanarak...

O imkanı yaratmaya çalışan da... Harç parası çıksın diye, hamallık yapan da ölüyor, karda kışta şantiyede kalmak zorunda olan da...

Biz... O hamalın öldüğü yerlere ya bir turistik gezi vesilesiyle ya da düğün-dernek için gidenlereniz. Biz o şantiyenin üzerine kurulacak alış-veriş merkezlerinde kardeşimizi, sevgilimizi vb. eğlendirenlerdeniz...

Biz galiba sadece bir sebepten ötürü okuyoruz... Daha iyi yaşamak için değil, daha iyi ölmek için... 

TT Arena yapılırken 2 işçi hayatını kaybetmişti yanlış hatırlamıyorsam. Geçen sene Fenerbahçe-Galatasaray'ı orada yendiğinde ne kadar sevinmiştim. Galatasaray bu sene Fenerbahçe'yi yendiğinde, taraftarları ne de çok sevinmişti...

Okuyoruz, niye? Para saymayı çok mu seviyoruz(iktisat, işletme), parayla temel hak satmayı çok mu istiyoruz(sağlık, eğitim hakkı / doktor, hemşire, öğretmen), icraya gitmek, bu kokuşmuş adaletin bekçiliğini yapmak tek hedefimiz mi?(avukat, hakim, savcı) Biz, kötü ölmek istemediğimiz için, kötü yaşamayı seçenlerdeniz...

Sorumluluk edinmemiz bu yüzdendir, bir kişiye ya da bir yere bağlanmalarımız bu nedendendir, ailemize olan saygımız ya da onların bize bağlılığı bu yüzdendir... Etrafımızı şekillendirmemiz bu yüzdendir. 

En kötü biz öleceğiz... Yavaş yavaş, acı çekerek... Yalnız... 11 kişi değil, tek başımıza... Binlerce kez... Belki de her gün binlerce kez...

11 işçiyi ne zaman unuturuz? Unuttuk bile... Tuzla'da 2-3 sene boyunca neredeyse her hafta bir insan ölüyordu, unuttuk. Zonguldak'ta 26 kişiydi yanlış hatırlamıyorsam(bak, unutmuşuz) maden ocaklarında öldü, unuttuk. Sırtında yüküyle, har(a)ç parası için hamallık yapan öğrenci öldü, unuttuk. Gölcük'ü, Düzce'yi, Van'ı unuttuk. 

Siyasi bir çekişmenin sonucunda yaşamadıysak o "kötü" ölümleri, unuttuk.

Unutmakla kalmadık. Üstünde oturduk, yedik, içtik, eğlendik...

Afiyet olsun, iyi eğlenceler... Bahşişimiz(Sadakamız) bol olsun...

Kanla besleniyor, bütün ülke... Kan kusmamız dileğiyle...


09 Mart 2012

Telefon

Bu aralar çok yalnızım. Sebebi: Telefon...

Millet durmadan konuşsun diye birsürü kampanya yapan GSM şirketleri, benim yanımdakileri benden aldılar. İlk kampanyalar başladığında kendimden geçmiştim. Uzun uzun telefon görüşmeleri yapıyordum. Arıyordum, aranıyordum. Gençtim o zamanlar... Konuştukça var olabileceğini sanan insana genç denir. Ben de öyle sanıyordum. Cevvaldim. Gece konuşurdum, gündüz konuşurdum. Yetmezdi; sapıklık yapardım, şarkı dinletirdim... Pisleşirdim de yani...

Sonra bir şey oldu, ben hayata küstüm. Bunun sebebini de biliyorum. Dillendirdiğim de oldu. Hatta sebebin kendisine de dedim, hayata küsmemin sebebisin diye. İşte o küsüş sırasında ben telefonla olan bağımı da kopardım. Telefon kullanmayı bıraktım... Artık sadece telefon beni kullanıyordu. Çalınca açıyordum... Mesaj gelince cevap yazıyordum...

Çok az aradığım insan vardı, hatta ne yalan söyleyeyim 1 kişi vardı. Berisini arayamıyordum. Telefonun varlığını unutuyordum. Varlığını unutamadığım tek şeye bağlı olarak aklıma geliyordu telefonun varlığı. Sonra o da kalmadı.

Ben yıllarımı böyle geçirirken; herkes birbirini aramaktaydı. Sevsin, sevmesin herkes birbirinden haberdardı. Aşklar, arkadaşlıklar paylaşılıyordu. Kavgalar ediliyordu... Ben hiçbirini yapamadım. GSM şirketleri azdıkça azdı. Neredeyse bedava konuşulabiliyordu. Ama ben konuşamıyordum. Uzaktakiler niye aramıyorsun, bak bir daha aramayacağım dediler ve birkaç kere daha aradıktan sonra sözlerini tuttular. Yakındakiler arıyoruz arıyoruz ağzından laf çıkmıyor demek ki konuşmak istemiyorsun benimle dediler ve aramaktan vazgeçtiler...

Ben hala kimseyi aramıyordum. Kaybettikçe kaybediyordum. Sonra telefonu olmayan birine vuruldum. Çok etkilendim. Ancak bu sefer de aramak isteyip, arayamadım... Telefon başıma belaydı, anlamıştım.

Telefon bozuldu, yenisi alındı. Daha fazla çalıyordu artık. İnternet zımbırtısı var çünkü. Mailde falan ötüyor. Telefon beni daha çok kullanmaya başladı... Ama o kadar ötüşün arasında "gelen arama" diye bir şey yoktu yine de. Kimse aramıyordu...

Aramazsan aramıyorlarmış... Gökhan Özen demişti zamanında. Aramazsan arama yar aramazsan arama. Zaten merhem olmazsın sen benim gönül yarama... Saçmalamış ve konumuzla hiç alakası yokmuş...

İşte bu telefon üzerinden ilişki yönlendirme yetisine sahip olmadığında yalnız kalıyormuşsun, kaldım. En son telefonu da yalnız kalmak için kullandım. Aradım ve ben yalnız kalmalıyım dedim.

Ama farkettim ki çok yalnız kalmışım. Ben biraz yalnız kalayım(mmhhh beni rahat bırakın, kafamı dinlemek istiyorum gibi artistçe bir tavırdan söz ediyorum) derken, hepten yalnız bırakmışlar beni. Arasam, konuşacak insanlar var ama bende beceri gelişmemiş. El telefona gitmiyor. Telefon çaldığında da konuşacak zihin bulunamıyor. Ben o alete konuşmayı beceremeyeli epey zaman oldu. Sadece cep telefonu da değil, eve telefon geliyor benden çıkan sesler: "hebelek, gübelek, ben babamı-annemi vereyim"

Evde de yalnızım...

Oğlum konuşsana... Yahu beceremiyorum. Vallahi beceremiyorum... Ablam diyor mesela. Berk konuşsana. Ya yok, yapamıyorum. Gel yamacıma, konuşayım...

Benim telefon çalar ve ben iki sebepten dolayı konuşamam. Biri arar ve ben "bu niye arıyo ki ya şimdi" derim ve konuşamam. Başka biri arar "oha! o arıyor lan" diyerek aklımı yitirir ve konuşamam... Konuşamayan bir insanı aramak da olmaz...

Arayanım yok, aradığım da yok... Bu sebeple görüştüğüm de yok, göründüğüm de...

Nereden girdi bu telefon bu hayatımıza ve neden bu kadar yaygınlaştı...

Bunun bir sonraki aşamasını biliyorum. Ses de kaybolacak 5-6 seneye. Facebook ve twitter kullanma yetisine göre, çevremiz oluşacak. Twitter yetimi geliştiriyorum bence, 5-6 seneye normalleşeceğim...

Ama şu an çok yalnızım ve bunu kendim seçtim... Biliyordum olacakları... En başından...

Yazı boyunca bahsettiğim yalnızlık gerçeğinin üzücü ve acınası bir durum olarak algınacağının farkındayım... Böyle algılayanların telefon kullanma becerilerinin gelişmiş olduğunu tahmin ediyorum. Kesin öyledir. Bir insan kendi yetilerinin olmadığı insana acıyabilir çünkü...

Acınacak halde olabilir miyim? Şüphesiz... Bunun için de bir şarkım var. Hakan Altun'dan geliyor:

Telefonun başında, çaresiz bekliyorum
Bekliyorum ama, çalmayacak biliyorum
Yüreğim diyor ki, boşuna bekleme
Aramaz gururundan, seni çok sevse de
.......

Gerisini bilmiyorum. Benimki keşke böyle bir şey olsa. Keşke telefonun başında beklesem, keşke beni çok seven birileri olsa... Gururu olmasa da olur =)

Eyvallah...


08 Mart 2012

Çıksana Oradan! Çık Artık...


Bu diziyle sizi fazla haşır neşir ettiğimin farkındayım. Kimilerine göre samimiyetsiz de :) Amma velakin ben Mecnun muyum acaba?

Bu videolar sadece arşiv mahiyetinde... İsteyince, kendimi hatırlamak için. Bu kişisel hezeyanlardan ötürü, çevreye verdiğimiz rahatsızlıklar sebebiyle özür dilerim...

05 Mart 2012

İtiraf

Bu sefer sadece bir video koyuyorum gençler... Mecnun'un itirafları ve çaresizliği ile Yavuz'un Göğe Bakma Durağı yorumu... Anlayan anlar... Anlar mı? Anlar... Selin naber? :) Facebook beğen tuşu seni bekler :)


Hoşçakalın... Bu arada kim facebook beğen tuşuna basıyorsa sağolsun... O tuşa basanlar sayesinde blogun daha fazla okunduğu aşikar... İsmini bilmediğim o şahıs(lar)a teşekkür ederim. Facebook'un CIO'suna ettiğim laflar için de özür dilerim. O hacı abi sayesinde mutlu oluyorum...

03 Mart 2012

Ne Gelir Elden?

Biliyorum ki okumak çok zor gelecek zira bir hayli uzun. Fakat ben kırparak ancak bu hale getirebildim. Bence tamamını okuyun internette. Hee bu çocuğun ruh hali nasılmış diye soran varsa ki niye soruyorsunuz bilemem, onlar bu kırptığım yerleri okuyabilir... Hoşçakalın...


kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada 
anılar bulacaksam- anılar mi dediniz ? ne sesli bir vuruşma 
odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar 
rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar 
bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru 
bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar 
sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler 
zorlanmış bir gülüşten-iğrenip birden-kusmalar, bulantılar 
bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar 
ölüler bulacaksam-ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa 
vurmalar 
ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün 
ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu 
konuda 
ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık birşey insanın 
sonsuzunda 
bu kadarcık bir şey-iyi ya, peki, şimdi kim var sırada 
sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza 
yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla 
ne güzel ellerimizle.. başlayın, hadi başlasanıza 


ne çıkar siz bizi anlamasanız da 
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar 
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da. 


hiçbir şey ! kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek korkuyorum 
bir yaşlı kadın en erkek boyutunda 


kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız 
kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere 
bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda 
vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta 
ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha 
üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu 
hiç bilmiyoruz 
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla 
tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı 
böylece, niye olmasın, işte bir orman daha 
sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz 
ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda 
ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız 
kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız 
yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız 
ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla 
tam öyle gibi.. demeyin: eh, biraz yorulsak da 
demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda 
biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz 
bilmiyoruz ya 
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla 


ıı. 


ben mutsuz kişiyim, size yüzümü getirdim bu anlamda 
nasıl seğirttim işte, kızmayın işte, dün o hekim dedi ki 
dönünce birden yüzüme, yüzümün bu en yitik çağına 
dedi ki: siz niye yoksunuz acaba 
bilmem ki – doğrusu bilmiyorum – niye yokmuşum ben 
sahi ben niye yokmuşum – öyle ya – elbette sordum ona 
dedim ki – ne desem beğenirsiniz – iri bir top çekiyor gibi bilardo masasından 
dedim ki, falan filan.. 
örneğin ölüversem şu daralmış yüreği kullanaraktan 
ölüversem şuracıkta 
bakınca herkes orama burama 
derler mi bir ağızdan: bu ölen de kim 
hey tanrım! ölen de kim, yani kim yaşamış kendi adına. 


yani kim yaşamış kendi adına 
vardır ya, hani hep görürsünüz, berber dükkânlarında 
tam önünde kapının, beyazla kırmızı bir şey döner 
döner de döner öyle; hani bir simge, bir şey 
hani ne başlar ne biter 
hani ne vardır ne yoktur 
tanrısal bir harekettir din adamlarınca 
bana sorarsanız büsbütün hareketsizlik 
çıldırtır insanı, zorlanmaya görsün insan bakmaya 
hem sonra şaşarım buna, niye olmalı insansak bu akıntıda 
herkes gibi bir şey niye olmalı 
bakınca işte şurdan şuraya 
masalar, masada yazı makinaları 
derim ki, niye olmalı 
bu yenilgin elleri, düzensiz, ak kâğıtları 
sürüngen parmakları 
çağrısız yüzleriyle önce ve ıssız 
hayata bir şey demeyen bu garip adamları 
bu cami önlerini, bu mühür kazıcılarını 
mühürlere yazılmış loş, kuytu, serin 
yıllarca unutulmayan o kadın adlarını 
ve duvar diplerini, kararmış, dik yakaları 
bilmem ki niye 
yani masalar işte, masada yazı makinaları 
istemem, niye olmalı 
evleri, evlerde kalmaların umutsuz şarkıları 
devingen çocukları, kırılgan bardakları, kirli – mor balkonları 
bakımsız avluları 
avlular.. ve uzun ve esmer domino oyuncuları 
sonra gene upuzun kahveye çıkmaları 
öyle hep çıkmaları, güneşli, düz sokaklardan 
bitmeyen bir zamandan devşirmek yaşlılığı 
kadınsa – nasıl artık – seğirtken bir ürperişle 
yeniden bir erkekle.. ama hiç ummadığı 
öyle ya ummadığı, çünkü korkmakla bundan 
nemli bir vücut gibi düşürüp yalnızlığı 
ki sevinsin diyerek çardaklı kahvelerde 
yaş masalar üstünde onların anlamadığı 
derim ki, niye olmalı 
niye olmalı bilmem 
şöyle bir yol kenarında yerini sektirmeden 
ölümsüz bir şey gibi sevimsiz dilenci suratları 
ve akşamüstlerini, kıvrılan dudakları 
değişmez bakışları 
bir hüzün gibi değil, doğrusu değil 
hüzünden daha fazla, ölümsüz duyguları 
derim ki, niye olmalı 
şu oynak bacakları, yıkanmış köpekleriyle yan yana 
kadife ayakları 
bir sarı yol üzerinde neşesiz kadınlarla 
hep aynı çizgiyi peyleyen o yorgun çocukları 
herkes gibi bir şey niye olmalı 
varken kendini bulmak, bulmalı 
hem nasıl bulmalı ki, çılgınca uzaklaşan 
sizlere gelmek için, geçerek bir ot kokusundan 
atlayıp bir çiti birden, okşayıp bir kediyi 
ah nasıl istediğim, sizlere gelmeli belki 
sizlere, sizlere gelmeli bitirmiş gibi bir şiiri 
öyle ki, kalmadan artık yapacak bir şey kalmadan 
üstelik – bilmiyorum ya – biliyormuş gibi en azından 
ben sizin hangi ülkenizde olduğumu o zaman 
o zaman şimdi ne zaman, iyi bilerek 
gelirim de sizlere, alınınca odaya 
şöyle bir köşeye oturuncaya 
kadarki o sıkıntıyı geçerek 
başlarım konuşmaya 


derken bir “hey!” çıkıyor çok kısık bir sesle ağzımdan 
hey, sana söylüyorum, park bekçisi, serseri! 
bir parça şarabım var altından 
yaş desen kırkı bulmuş, ölümümden bir parça 
yani bak kısa yoldan bir toplam 
nasıl da çizgilendim, büsbütün aklaştı saçlarım 
ve yorgun bir duman gibi savrulup çay ocaklarından 
düzlere vursam düzlerden 
dağlara vursam dağlardan 
önce bir kendime doğru: kimsesiz, ince, sokulgan 
sonra hep her şeye doğru, o denli hızlanaraktan 
ve cansız, ve soluk kilise resimleri gibi 
acılı, bungun, geçerim dalgınlığınızdan 
öyleyse de bana, nasıl anlamam 
tükenmiş sevgilerce mektuplarda bulunan 
o “her şey” kelimesi gibi 
anlamı bitmek olan 
nasıl anlamam ben kendimi 
işte hey park bekçisi serseri 
bir parça şarabım var altından 
çeksem diyorum kafayı, sen bari açma çeneni 
açma ya, istiyorum, azıcık anlayıver beni 
bilsen ki o enayi, hani cam tacirinin karısı 
– hani ben memurdum yanlarında – 
gelecektir birazdan. öff!. şimdiden ne sıkıntı ha 
giyinmiş, sürünmüş, takınmıştır şirretliğini 
geçecektir karşıma, bir beni süzecektir, bir elimdeki şişeyi 
ama ne denir sanki, bilmez mi işte o da 
her şeyi nasıl teptim, bilmez mi 
oysa kaç kere yüz verdi, üstüme saldı gözlerini 
baktı ki iş yok bende, üstelik aldırmıyorum 
bir akşam yemeğinde, dostlarıyla beraber 
eliyle dürterekten yanındaki erkeği 
beni göstererekten: ha ha ha, hi hi hi.. 
gerçi sarhoştu biraz, bana ne onun sarhoşluğundan 
sonra bilmem ki nasıl, öyle canlıydı ki elleri 
durmadım, çıktım sokağa, sokaksa ne güzeldi 
o cansız, o soluk kilise resimleri gibi 
bir tanrı duruyordu, az ötelerde 
mutluydum, niye mi? çünkü be yaratmıştım o tanrıyı, o şeyi 
ah yaşasam diyorum, o günü bir daha yaşasam 
ve hüzün... isterik bir kadın gibi üstüne çekse beni 


bir bir gezindim de ben bütün mezarlıkları 
zakkumları gördüm ve erguvanları 
ölüler gördüm ölüler, bir avuç kemikle o sonsuz 
onlar ki ne yaparlar, hiç bilmem – ben sevmem omuzlarımı 
ayaklarımı da 
takır da takır, takır da takır omuzlarımı 
ayaklarımı 
ayaklarımı, omuzlarımı 
içimde yürürler doldurup uykularımı 
dışımda yürürler, ki benden değiller gibi kaskatı 
ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını 
yaşarken olmadığını, sonra hiç olmadığını 
ve nasıl isterim ki, açınca bağrımı birden 
der gibi, diyerekten: ey lazar çık dışarı! 
çık dışarı, çık dışarı! 
oysa ne mezarlar konuşur, ne lazar çıkar dışarı 
ne de bir ses olur ağzımda: kaygılı, titrek 
göstermek için sizlere yaşıyor diye insanı 
ne sanki bir böcek gibi olduğum yerde kurumak 
süpürün kabuklarımı! 
ne öyle balıklar gibi vurmak kıyıya 
döndürmek için sulara bir balık boyu yaşamı 
ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını 
yaşarken olmadığını, belki hiç olmadığını 
ya sonra nasıl işte, kuşkuyla soraraktan 
insan, insan, insan! ben miyim, başkaları mı 
ben miyim başkaları mı – yani bin köşeli, bin kıyılı 
bir kavrayışla 
istesek bir şey değil 
istesek daha fazla 
takır da takır, takır da takır omuzlarıyla 
ayaklarıyla 
nedir mi insan? – ya nedir sahi, biraz anlatsanıza!. 
hadi anlatsanıza! 
- elbette anlatırız, niye anlatmayalım 
- insan mı dedik, ne dedik? haa, tamam, bize kalırsa.. 
- evet size kalırsa 
- hiç canım, biraz oyalansanıza 


ne çıkar siz bizi anlamasanız da 
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar 
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da. 


bilirim, böylece vakit olmalı 
bir caddeyi kullanmalı az çok, bir göğü, bir kadeh siyah şarabı 
denedim, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı 
yerler var, boyunca sokaklar, geçince çok duvarları 
o duvarlar ki hep öyle: akasya, erzurum, askerlik fotoğrafları 
ya kâğıtlar – ne de çok – çok gözlü bir deniz hayvanı kâğıtlar.. 
nerde bir alaska var, nerde bir alaska yok, işte onları 
nerde bir afrika’yı 
afrika.. ve akılda tutulan yerleşik insan kokuları 
diyorum kullanmalı 
o durmuş saatleri, baş başa evrensiz kalmaları 
şehvetli çarşıları; çarşılar.. yağ, balık, gül yazıları 
kocaman evleri sanki, bir kocaman anahtarları 
bulanık bir göz gibi – tam öyle gibi – çok kaygan odaları 
odalarda yan yana, erinçli, hür yatmaları 
diyorum kullanmalı 
“nereye? – bilmem ki..” işte o adamları 
eskimiş kanları az çok, bir filmin koptuğu yeri, resimsi bakışları 
peygamber soylarını, o uysal ateşleri, hurma şaraplarını 
ve kutsal kitapları 
öyle ya, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı 
bu ölümsüz kalmaları 
yani bir sonsuza varmayı boyuna – biz ikimiz seninle 
ama sen kimsin işte? bunu hiç sormamalı 
bunu hiç sormamalı; bitmesin, sürsün diye 
böylece, azıcık vakit olmalı 


yani ben böyle istiyorum, bırakın böyle olsun 
diyorum – pek uzaktan – sevgilim, boş geçirmeyelim mi geceyi 
ben o senin omuzlarını düşündüm, bundandır, şimdi gözlerim beyaz 
benim gözlerim beyaz – hem nasıl – bilmiyorum, ya seninkisi 
ne dersin, hayır mı, boş geçirmeyelim mi geceyi 
kapasak mı pencereyi acaba 
geçiyor – anneniz mi – eskimiş yün kazaklarla 
babanız – daha erken – gelmeyen babanızla 
gelecek! – annenizdir – çoğalan gözleriyle kapıda 
gelmiyor – babanızdır – bulunmuş eşyalar arasında 
ağlıyor – annenizdir – yok canım, biraz oyalansanıza! 
gibi oyalansanıza 
girerekten mutfağa, soraraktan o kalaylı taslara 
çünkü o baş dönmesi ya orda, ya yukarda tavan arasında 
güveler, hep güveler, bir delik, bir delik daha 
biraz oyalansanıza! 


bir oyun başka olamaz oyundan gibi 
bir söz başka olamaz bir sözden gibi 
bir şey başka olamaz bir şeyden gibi 
tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa 
ne gelir elimizden insan olmaktan başka 
ne gelir elimizden insan olmaktan başka. 


ne çıkar siz bizi anlamasanız da 
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar 
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.


Edip CANSEVER