27 Aralık 2010

Kötü Bir Yazı

Bütçe görüşmeleri sonrasında başbakan RTE (Recep Bey), ce ha pe lideri K.K(kaynak Kemal)'nin ve me ha pe lideri D.B'nin elini sıkmış. İşte görmek istediğimiz hareketler bunlar! Birlik ve beraberliğe en fazla ihtiyaç duyduğumuz bu zamanlarda(!) liderlerimizin bu denli ılımlı bir hava estirmeleri şahsımı bahtiyar eylemiştir. Herkes kimin kiminle el sıkıştığını iyi görsün de sokaklarda, okullarda, kahvehanelerde, televizyonlarda, gazetelerde vb. birbirini yemekten vazgeçsin. Aynı bokun laciverti adamlar için, aynı bokun laciverti olmaya gerek yok.

Dil tartışmaları gündeme gelince, bütün "sistem"atikler aynı köşede... Dil tartışmalarının çıkış sebebi, zemini, hizmet ettiği alan tartışılabilir elbette ama bu ülke yöneticilerinin el sıkışmalarını gerektirecek hassas noktayı anlayabilmek için değerli...

Benim milletimin: otoriterlik
Benim milletimin dili: milliyetçilik
Benim milletimin dili tektir: faşizm

Öğrenci, işçi, memur, emekli, işsiz, kürt, alevi, engelli iseniz size karşı el sıkılacağı konusunda şüphe duymayınız... Zaten duymuyorsunuzdur da hani aranızda duyanlar kalmıştır belki diye bi uyandırayım dedim.

Kötü, iyiyi yüceltir ya hani. O zaman iyi de kötü biraz. Yani iyi, iyi olduğunun açığa çıkması için kötünün de olmasını ister. "Sen çok iyisin derler" ya hani, bir kötüyü görmüş kişi ancak böyle konuşabilir. Kötüyü bilmiyorsa bana nasıl iyi diyebilir ki? Kötü tam öyle değildir. İç acıtır, can yakar, ağlatır, sızlatır vesaire. Ve kötü hissetmenizi sağlar. Hiç iyilikle karşılaşmamış bir insan da kötünün ne olduğunu bilir. Ama kötülükle karşılaşmamış bir insan olduğunu düşünün. İyiliğin fakına nasıl varacak? İyilik sıradanlaşır.

Peki iyi, iyiliğinin sıradanlaşmasını ister mi? İstemez tabi. O kadar uğraşmış, iyi olmuş, neden açığa çıkmasın? O zaman iyi de biraz kinci, biraz hın hın bi adam. Hın hın ne lan demeyin, anlayın... Böyle puşt gibi bişey. Yani ki iyiyim ama takdir edilmezsem ....... İyiyim o halde seninle sevişmeyi ben hakediyorum. Gözyaşlarını ben sildim, o dudaklar benim. Arabama müşteriyi ben buldum, komisyon vermezsen ananı s.....

O halde tam iyilik, hem iyi olmak için uğraşmaktan hem de iyi olduğu açığa çıksın diye kötüye muhtaç olmamaktan geçiyor. Yani gerçek iyilik birinin ya da birilerinin sana iyi olduğunu söylemesinden değil, kendini iyi hissetmenden geçiyor.

Paranın vakti satın alabilmesi dışında başka bir değeri olduğuna inanmayan biri olarak; paranın vakti satın alabilmesi durumunun değişebilmesi adına; hızlı, köklü ve nitelikli değişimleri(tdk: devrim) savunuyorum. Ve fakat alan bulamıyorum.

Bence Mehmet Barlas, Emre Kongar'ı bugün başlasa bir hafta durmadan döver. Ama Emre Kongar'da garip bir hal var. Belki de gözlüklerden. Ne olursa olsun sonunda kavgayı o kazanır gibime geliyor.

RTE bugün başlasa KK'yi öldürene kadar döver. Hatta cebinden çakıyı da çıkartıp arada sırada çizik de atar. KK "bir dakika konuşabiliriz" der ama nafile... Yer dayağı...

Devlet Bahçeli bugün başlasa 4 sene sonra matematik bölümünden mezun olabilir(teknik olarak) Ama doktorası, masterı derken iş bulması 40 yapar!

Serdar Ortaç bugün başlasa yarın albümünü tamamlar. E 7 tane nota var, ne bekliyorsunuz ki adamdan?

Şimdiden iki şey rica ediyorum:

- 3 gün sonra kimse seneye görüşürüz esprisi yapmasın. Yapanlarla gerçekten 1 sene boyunca görüşmeyelim...
- Seçimler olacak ya 2011'de. Yine Akp kazanacak ve yine ufak partiler az oy almaya devam edecekler. İşte böyle zamanlarda Aziz Nesinli, %60'lı alıntılar yapmayalım. Bunu yapanların seçme ve seçilme haklarını ellerinden alalım...
Hadi eyvallah...

16 Kasım 2010

Yeni Türkiye

Çok fazla şehir var memlekette. Bence birçoğu gereksiz. Sosyo-kültürel veya coğrafi olarak çok da farkları bulunmayan iller birleştirilsin. Daha az il, daha geniş yerleşme ve daha çok iş imkanı… Bence fayda sağlar memleketin geleceğine…


Bir faydası da şudur bu işin: Şimdi Kilis dediğin yer 1995 yılında Gaziantep’ten ayrılarak il olmuş. 1970 doğumlu adam Kilis’te doğmuş diyelim. Sordun ona nerelisin? diye ki sorarsın, Türksün. Adam dicek ki Gaziantepliyim. Hatta samimi bi adamsa Antepliyim de der. Buraya kadar sorun yok. Şimdi bu soruyu soran arkadaş ve muhatabı başka bir insanla muhabbete girmiş olsun. O insan da nerelisin ya bilader diye sormaya kalksın ki kalkar, Türktür, adam dicek ki Kilisliyim. Öteki adam demez mi:

- - Hani Antepliydin

- - Ya ama şimdi Kilis ……

- - Ya bırak allasen Apo!

- - Bi Dakka Mamut açıklayabilirim

- - Neyi açıklıcaksın ya sen de diğerleri gibi yalancıymışsın

- - Ama Mamut dinlemiyosun ki

- - Neyini dinlicem yalanlarını mı?

Ahan da gördün mü bak. İki arkadaşın arasını açtı yeni il Kilis. O yüzden ile gerek yok. Hatta bir an önce il sayısını düşürmek lazım. Ben üzerinde çalıştım bence böylesi uygundur:

Marmara: Üç tane ilimiz olacak Marmara’da. Bunlar İstanbul, Bursa ve Çanakkale. İstanbul bütün Trakya’yı kapsıyor. Kocaeli ve Adapazarı da İstanbul’a dahil oluyor. Kocaeli ve Adapazarı’ndan aşağısı yani Bilecik, Bursa ve Balıkesir’in sağ tarafı yani İç Anadolu ve İç Ege’ye yakın olan kısımlar Bursa hakimiyetine giriyor. Balıkesir’in batısı ve Çanakkale ise Çanakkale’ye bağlanır. Ege havası isteyenler burada buluşuyor…

Ege: Ege’deki il sayımız 2. Denizli’nin ortasından ikiye bölüyoruz Ege’yi ve sol tarafına İzmir(deniz, kum, güneş) sağ tarafına Afyon(kaymak, sucuk, haşhaş) diyoruz. Yazın İzmir’e gidiyoruz, kışın Afyon’dan gelen yukarıda yazdığımız besin maddelerini tüketiyoruz.

Akdeniz: Burda da 2 ile sahibiz. Hepimizin tahmin ettiği gibi bunlar Antalya ve Adana. Karaman sınırıyla ikiye bölüyoruz bölgeyi. Solda Isparta, Burdur falan Antalya’ya dahil oluyor. Adana ise çok komplike. Mersin, Hatay, Osmaniye, Kahramanmaraş ve Kilis’in yanı sıra aslında bu bölgeden olmayan Gaziantep ve Şanlıurfa da bu ile dahil oluyor. Adana ülkenin en büyük ili oluyor böylece ve Adanademirspor’un 1. Lig şansı çoğalıyor.

Güneydoğu Anadolu: Urfa ve Antep’i Adana’ya kattığım için(amaç kebaplar bir şehirde toplamak ve kebapın merkezi neresi tartışmalarına son vermek) burada 1 tane ilimiz kalıyor. O da Diyarbakır. Doğu Anadolu Bölgesi’nde gözüken Hakkari ve Şırnak’ı da Diyarbakır’a katıyorum. Batmanlar, Siirtler..

Doğu Anadolu: 3’e bölüyorum burayı. Ne dersen de! Böldüm. Ağrı, Kars, Iğdır ve Erzurum’u kapsayan alana Kars diyorum. Annem Karslı. Yoksa Erzurum derdim. Van, Bitlis, Muş ve Bingöl’ü Van’a verdim. Tunceli, Elazığ, Malatya, Erzincan da Dersim adını alacak yeni ile bağlanıyorlar.

İç Anadolu: Kısaca açıklıyorum. 3’e böldüm burayı. Sol üst Ankara, Sağ üst-orta Sivas ve aşağılar Konya olacak.

Karadeniz: Babam Tosyalı. Bu yüzden batı tarafı Kastamonu, ortası Samsun ve doğu tarafı Artvin olarak belirlenmiştir beynimce.

Yeni memleketimiz hayırlı olsun. 17 tane ilimiz var artık. Beğenmeyen gitsin…

04 Eylül 2010

Futbol’un Bölücülüğü

Futbolun ortaya çıkışını araştırdığımızda, ilkel kabilelere kadar gidiyoruz. Afrika ormanlarında kuru kafa tekmeleyen adamlar mevcutmuş. Mısır’da Merruka denen mezarlıklarda topla oynayan sporcu resimleri varmış. Hatta o dönemde yapılan bazı ilkel toplar bugün Kahire, Londra ve Berlin müzelerinde sergileniyormuş. Orta Asya’da ise kadın-erkek karma takımlar kurarak futbola benzeyen oyunlar oynanmış.

Daha sonra Fransa ve Roma’da “le soule” diye bir ad vererek futbola benzer bir şey oynamışlar. Çok sert oynanmasında bir sakınca yokmuş. Bir de oyun alanlarının sınırları belli değilmiş. Bazen kilometrelerce uzağa kurulurmuş rakip “kale”.

İngiltere’de II. Edward yasaklamış futbolu, ülke içinde çatışmalara sebep oluyor diye. 1300’lü yıllarda daha. Futbol lanetlenmiş, oynayanlar aşağılanmış…

Anlayacağın, futbol halkın tüm sınıflarının birlikte var olduğu bir oyunmuş tarih sahnesinde. Hiçbir zaman satılmamış, satın alınmamış. İşçi çocuklarının oynadığı bir oyunmuş genelde. Şimdi ise tüm yönleriyle farklı bir oyun futbol.

E halk böyle bakmaz tabi olaylara. Güzel bir temaşa oyunu futbol. Her zaman ilgi çekmiştir. Sınıfsal farklılar da çok yok eskiden. Giderler maçlara. Tuttukları takımın önemi yoktur, yan yana otururlar. Biri sevinirken, biri üzülür ama birbirlerini üzmezler…

Sonra ne olur?Önce dünyadan birkaç örnek verelim futbolun siyasetle nasıl bir ilişkisi var, sonra Türkiye’ye dönelim…

Yugoslavya’nın dağılma sürecini başlatan daha doğrusu Sırp-Hırvat çatışmasının ilk kıvılcım noktası olan olay bir futbol maçıdır. Dinamo Zagrep – Kızılyıldız maçı… Bir zamana kadar bütün Yugoslavya halkının takımı olarak bilinen Kızılyıldız, Sırp milliyetçisi bir komutan -ki kendisinin adı Arkan’dır- tarafından, Sırp milliyetçiliğinin kalesi haline getirilir.

Arkan 3000 kadar Sırp’ı alır ve Dinamo Zagrep maçına gider. Sırplar yerlerinde duramazlar ve karşı kale arkasındaki Zagrepli taraftarlara saldırmak için bütün bariyerleri, engelleri aşmaya çalışırlar. Zagrepliler de karşılık vermek için sahaya inseler de, polislerin büyük çoğunluğu Sırp olduğu için feci şekilde dayak yerler. Sahanın içi, savaş alanına döner. Kızılyıldız futbolcuları soyunma odasına girerler fakat Dinamo Zagrep oyuncuları taraftarlarını ayağa kaldırmaya çalışır. Dinamo Zagrep’in yıldızı Boban, polise tekmeyi attığında ise bambaşka bir hayat başlar artık Yugoslavya’da. Boban, Hıvat halkının kahramanıdır hala. Dinamo Zagrep stadının önünde, o gün yaralanan, hasar gören ve çatışan taraftarların anısına bir anıt dahi bulunmaktadır. O gün birbirlerini sopa ve stad koltukları ile saldıran iki ulus, 1 yıl içinde kalaşnikofları ellerine almıştır ve Yugoslavya’nın çözülüşünü hazırlamışlardır.

Bazı görüntüler: http://www.youtube.com/watch?v=uXr1Z-MiApo

İskoçya’da Glasgow şehrinin iki takımı Celtic ve Rangers arasında ise mezhep kavgası mevcut. Katolik azınlık Celtic’i desteklerken, Protestan çoğunluk Rangers’ın tarafındadır. Boca Juniors – River Plate rekabetinin ardından en fazla tahribat yaratan rekabettir.

Boca – River rekabeti(bölünmüşlüğü) ise kaynağını sınıfsal farklılıklardan alır. Boca, Arjantin’in nispete daha düşük gelir seviyesine sahip insnları tarafından desteklenir, River ise burjuvaziyi temsil eder. Bocalılar takımlarını sevmez, taparlar. “Boca dinimdir, Maradona tanrım, Bombonera(Boca’nın stadyumu) mabedim.” İşte Bocalılar takımlarına bağlılıklarını böyle dile getirirler. Bu bağlılık, hastalıklı bir hal aldığı için Boca taraftarlarının birçok faciaya yol açtığı söylenebilir. 1968’de Bocalılar ellerindeki kağıtları ateşe verip, Riverlıların üzerlerine atarlar ve 74 kişinin ölümüne yol açarlar. Bocalılar bundan asla ve asla pişmanlık duymamışlardır. Boca taraftarlarının bir başka faciası ise 1994 yılında gerçekleşmiştir. River kendi sahasında Boca’yı 2-0 yener. Oyun olarak da baya bir ezmişlerdir Boca’yı. Bunu bir aşağılama olarak algılayan, Boca taraftar gruplarından en fanatiği olan “barras” 4 gün sonra Buenos Aires’te 2 Riverlı taraftarı öldürür ve duvarlara maçın 2-2’ye geldiğini yazarlar.

Günümüzün kapitalist dünyasında bu sınıfsal rekabet yerini kapitalizm araçlarına bırakmıştır. Bocalılar “nike” giyer, Riverlılar “adidas”. Rivarlılar “coca cola” içer, Bocalılar “pepsi”. Yine de devrimci Maradona’ya selam olsun!

Dünya üzerinde böyle birçok rekabet yani bölünmüşlük var. Gelelim Türkiye’dekine. En önemli örneği Fenerbahçe – Galatasaray. Şehrin iki ayrı yakasında konumlanmaları dışında; ne ekonomik, ne mezhep, ne siyasi ne de herhangi bir başka farklılıkları yok bu takımların. Zaten 30 sene öncesine kadar bu iki takımın maçları, iki takım taraftarlarının yarı yarıya doldurdukları stadlarda, aralarında polis korteji olmadan oturabildikleri ve maçı öyle izleyebildikleri görsel şenliklerdi.

Önce 80 darbesi, sıkıyönetim… Daha sonra sokaklarda haklarını aramak için mücadele eden gençlerin evlere, hücrelere, işkencehanelere, mezarlıklara hapsedilmesi, gömülmesi… Kapitalizmin kendini göstermesi. Rant kavgaları, sponsorlar. Transfer hikayeleri, adam kaçırmalar. Rekabet tetiklendikçe tetiklendi. Berlin Duvarı yıkılıyor, Sovyetler çöküyor, Yugoslavya dağılıyor ve dünya başka bir hal almaya başlıyordu. Türkiye’de ise 24 Ocak kararları ile birlikte sermaye hegamonyası kurulmaya çalışılıyor. Buna ayak uydurabilenler ayakta kalıyorlar.

Artık sağ – sol çatışması yok. Deplasman maçlarına giderken benzinci basan adamlar, kılıçla, bıçakla kıraathanelere dalan insanlar, gece karanlığında takalara binip birbirlerini denizde kovalayan ağabeyler ve bir Galatasaraylının ölümünü bir Fenerbahçe galibiyetinden üstün gören zihniyetler var. Bir Vural abim var mesela. Nasıl kulak kestiğini 9 yaşındaki bana anlatmaktan çekinmeyen…

Bu bozukluğun önüne geçmek, yine kapitalizmin araçlarıyla oldu. Stadlar yapıldı, rakiplere az kontenjan verildi, demir parmaklıklar takıldı. Bunlar şiddetin önüne geçmek içindi. Bir de artık futbolu halkın elinden gerekiyordu. İyi yerde maç izlemenin bedeli arttı. Bugün birileri localarında viski içerek ve orada muhtemelen üniversite harçlığını çıkarmaya çalışan insanları taciz ederek maç izleyebiliyor. Hala cebindeki son parayla, tutku duyduğu takımın maçına gitme hevesinde olan adamlar var elbette ama bunlar kulübün umrunda değil. Kulüp maça gelecek adam yerine forma alacak adam istiyor artık.

İyi yerden maç izlemek 30 tl’den başlıyor. Forma almak istiyorsan 90 tl harcamalısın. Evde maç seyretmek istiyorsan yayıncı kuruluşa abone olman lazım. En az 50-60 tl’yi gözden çıkartacaksın yani. Milyonlarca işsizin olduğu ülkede… Milyonlarca açılık veya yoksulluk sınırının altında yaşayan ailenin olduğu ülkede…

Bu oyuna başlamak bile sınıf ayrımını ortaya koyuyor artık. Futbolcuları dinleyin. Arsada oynardık, sokakta oynardık diyorlar. Sokaklar araba dolu. Arsa yok, her yer bina. Arsa varsa da girmek yasak! Artık futbol okulları var. Parası olanı alıyorlar. Ne kadar yetenekli olursan ol, paran yoksa futbolcu olamazsın.

Peki Zagrep - Kızılyıldız gibi bir şey bu topraklarda olamaz mı? Geçen seneki Bursa - Diyarbakır maçlarını hatırlayın! 2-3 sene sonra oynanabilecek bir Diyabakırspor – Sivasspor maçının nasıl sonuçlar doğurabileceğini bugünden kestirmek imkansızdır.

Futbol, artık halkların oyunu değildir. Burjuvazinin oyunudur. Sponsorlar olmadan yürüyemeyecek bir düzende işler. 94 milyon euro’ya bonservisi alınan bir oyuncu yaratmıştır futbol, böyle oyun mu olur? 250 milyon euro transfer harcaması yapan bir kulüp yaratmıştır futbol, böyle oyun mu olur? 400 milyon dolara satılmıştır Türkiye Ligi’nin yayın hakları, böyle oyun mu olur? Türkiye’de, açlıktan ölenlerin olduğu Türkiye’de, ek iş yaparken ölenlerin olduğu Türkiye’de, güvencesiz çalışan milyonların olduğu Türkiye’de, yine milyonlarca işsizin olduğu Türkiye’de, asgari ücretin net 544 tl olduğu Türkiye’de, sadece yaz döneminde 80 milyon euro’dan fazla transfer harcaması yapılmıştır, böyle oyun mu olur? Birileri sadece bu işi iyi yapabiliyor diye yılda 4 milyon euro kazanıyordur, böyle oyun mu olur? Olmaz…

25 Temmuz 2010

yalnızlık

merhaba,

şimdi çok şey var aklımda ama bir düzene oturtmuş değilim. çok şey söyleyesim var ama biliyorum ki beceremicem. çok şeyi unutcam, meselenin özünü kaçırcam. yine de başlıyorum bir yerden.

arkadaş bu ne yalnızlık! bu ne yozlaşma! bu ne çürüme! öyle cinsellik bilmemne üzerine ahkam kesecek değilim. o konudaki fikirlerim net! sovyetler dağılmaya yakınken başlar kadının pazarlanması. ondan önce kadın güzellikken ve bakılması, beğenilmesi mühimken; ondan sonra kadın seks unsuru olur ve elde edilmesi, beraber olunması önem taşır. tüketimin başlangıcı. çünkü bütün bunlar olurken de kadının toplum hayatındaki özgürlüğü pazarlanır ve kadının erkekleşmesi istenir. kısacası insanlar birbirlerini tükettikleri için geri kalan her şey kendiliğinden tüketilmek için var olan objeler olarak var olurlar. (bunu değiştirebilecek olanlar ise kadınlardır bu arada) insanlar tüketim malıyken ve tükettiği kadarıyla varken ve böyle mutlu olmaya alışıyorken diğer objelerden paylaşım alanları yaratmak imkansız. ben götümü yırtıyorum o ayrı. yalnızlığım buradan ileri geliyor o da başka bir mevzu. ama öteki türlü çok insanlı, eşli, arkadaşlı olmaktansa böyle yalnız kalmak şimdilik daha iyi... "başkaları cehennemdir" ancak sartre söylediği zaman söylenebilirdi belki de.

yapmıcaz dedik ama ahkamı kestik. her neyse. oyunlardan bahsetcem. umarım unutmam ama üstteki paragraf bana kitapların önemini hatırlattı.kitap tek yanımız. paylaşım alanı olarak. yani okuruz, tartışırız, tavsiye ederiz, hayatımıza katarız ve başkalarının hayatlarını değerlendirmede ufkumuzu açarız. kitap mühim. kaç kişi okuyor? kaç kişi okuduğunu paylaşıyor? kaç kişi okuduğundan kendine bir şeyler çıkarıyor? kaç kişi okuduğunu anlıyor? kaç kişi samimi? offf.. yine de en kalabalık yalnızlıktır kitap okumak.

kitap gibi insanlar vardır bir de. yalnızlık bile paylaşılır... oku oku bitmesin istersin ama biter!.. her kitap biter... bazen de kitap bitmez, okunacak sayfaları vardır fakat kitap kaybolmayı tercih eder. akıl kalır... yenisini almak da istemez insan ama bulamazsa da alır. ne yapsın?

kitabı tüketme bari be pis sistematik! ona bari alışma. kitabı türet. biraz insan ol!

dedim işte. aklımda oyunlarla ilgili konuşmak varken neler anlattık? neyse. geçiyorum oyunlara. sokak oyunları vardı eskiden. işte kuka oynardık, simit oynardık. kızlar seksek oynardı, ip atlardı. saklambaç bilmemne... sokağa çıkınca eğlenirdik. arkadaşlarımız vardı. bisiklete binerdik. futbol. mahalle maçları, mahalle içi dayanışmanın en üst noktası...şimdi her yer bina, araba... yücesporun toprak sahası bile boş. biz orada bir maç bitsin de sahaya girebilelim diye sıra beklerdik. öyle bütün sahada da tek maç oynanmazdı. 3-5 maç birden oynanırdı aynı anda. yücespor yöneticileri ışıklandırmaları bile açardı bazen mahallenin çocukları oynasın diye. şimdi bir bölümü otopark, gerisi tarla...

sokak diye bir şey kalmadı. çok üzülüyorum ya. böyle bir çocuğun topu kaçsın da benim ayağıma gelsin de ona orada bir futbol şov yapayım istiyorum ama yok. ip atlayan kız atlayamasın düşsün de onu kollarından tutup kaldırayım istiyorum o da yok. kuka oynayan görsem evlatlık alırım o derece.

hadi sokakları geçtim ev oyunları ne oldu? tombalası, okeyi bilmemnesi kalmadı. tabu var allahtan. gençler kim daha salak diye eğleniyorlar? basit oyun; oynaması zevkli, kimseyi aşağılamayan ve şans üzerine kuruludur. adı gibi oyundur. lakin işte tabudur, trivial pursuittir, monopolydir bu tip oyunlar aklı devreye sokar. matematiksel zekayı, pratik zekayı, kelime dağarcığını, bilgi seviyesini, hafızayı zorlar. işte bu karşıdaki ezmek üzerine eğlence yaratmak bu sistemin getirdiği bir şey olarak var ya hani. peki tamam anladık. ben de oynuyorum. eğleniyorum. ahhhah bilemedi mal da diyorum içimden, çünkü onlar da içlerinden bana diyorlar ama basit oyunlarımıza ne oldu? ulan bir arkadaş da gelip hadi tombala oynayalım desin! oynayak derse daha çok severim onu.

niye böyle oldu ya? niye bu kadar karşı koyamaz olduk? niye bu kadar güçsüzleştik? tamam! dünya tarihi milattan sonra 1970 yılına kadar yaşadığı ilerlemeden daha fazlasını son 40 yılda; o son 40 yılın son 15 yılında da önceki 25 yıldan daha fazlasını yaşadı. bunlar gerçek. teknoloji inanılmaz hızlı gelişiyor ve tüketmek esas olan. tamam, tüketelim. tükettiklerimiz yok olacaklarını biliyorlar. insanlar, oyunlar, kitaplar, diziler. peki benim suçum ne? tombalanın suçu ne? biz basit varlıklarız. tüketmeyin bizi!

çok anlatamadım. ama daha fazla zorlamıcam. bir de bu teknolojik otobüslerden canım sıkıldı. datça'ya gitmek için bilet aldım. işte bilet alırken otobüsün özelliklerine falan baktım. uu işte şusu var busu var. ne süper! buradan alalım. niye? çünkü tüketmeye yönelmişim ben de! neyse efendim sonra düşündüm ki. sağındaki solundaki ile iletişim kurma diye 15 saatlik yolu sadece kendinle geçir diye koltuğuna her şeyi koymuşlar. laptop, telefon, usb takıl işte. iletişim sanattır. tek yolu da msn, twitter, facebooktur. off yaa! neyin devrimi arkadaş? devrim artık siyasi bir şey değil. sosyal bir şey de değil. devrim teknolojik bir şey! ve kimse onun kadar hızlı değil ve kimse onun kadar çabuk ulaşmıyor küçük insana.

sevgilisiz yaşama. aldat, terket... ağla. geri dön. sonra yine barış. ayrıl. ağla. alkol, uyuşturucu. yeni birisi... ağla. terket, aldat, ayrıl... ağla... msn, ağla.... twitter. geri dön, facebook. barış. facebook, aldat. oyun oyna. tüket, içki iç, ayrıl.. ağla.... yeni birisi... yalnızken bir hiçsin. kendini bile tüketmişsin. o zaman siyasi bir tavır olamaz devrim... önce ahlaki sonra teknolojik bir devrim planlıyorum.

yeni devrim metodumla ilgili temelleri, açıklamaları ve yöntemleri ileriki yazılarımda aktaracağım. bir daha görüşünceye dek esen kalın. "die falscher" yani "kalpazanlar"ı izleyin. oyuncu olarak karl markovics'e(karakterin adı sally yani solomon sosowitsch) karakter olarak burger'e(oyuncunun adı august diehl) hayran kalacaksınız. kalmazsanız siz bilirsiniz...

13 Temmuz 2010

bak sen!

- erkek diyince canlandırdığımız şeyler var kafamızda. hemen hemen herkesin. "erkek gibi ol!" yani ki cesur ol, mert ol, dürüst ol, güçlü ol. vur, kır, parçala bu maçı kazan! tamam. hayvanlar alemi ve insanlık tarihine bakınca bu atıflardan gocunmak anlamsız. hepimiz bu erdemli sıfatlara nail olmaya çalışıyoruz. (erdem, sıfat ve naili aynı cümlede gördükten sonra, gerisini okumazdım ben olsaydım) yapıyoruz veya yapamıyoruz. ona göre tercih ediliyoruz ya da tercih ediyoruz.

- peki ya kadın? kadınlar? kadın diyince benim aklıma samimiyet geliyor. şöyle bir samimiyet. kadın, duygu insanı! anaçlık, bakıcılık, koruyuculuk, sahip çıkıcılık, yaratma - yaşatmacılık. bu kadar duygularıyla var olan bir varlık samimiyet yönünden ileri bir düzeyde olmalıdır. erkek aklını kullanmak zorunda kaldığı için samimiyetini kaybedebilir ama kadının samimiyetini kaybetmesi bana erkekleşmesi gibi geliyor. kadının erkekleşmesi de sisteme eklemlenmesi gibi geliyor. işte iyice tiksiniyorum ben o kadından.

- şu ana kadar ne yazdım, ne anlattım bilmiyorum. ama anladıysan, üzerine konuşmalıyız...

- yine evcilik oyunu adlı programla ilgili bir şey söyleyeceğim. şimdi biliyoruz ki karakterler yalan. ama en yalanı da sertaç denen adam. kameraları ve dünyayı yakmaktan söz ediyor. kimsin lan sen tarrağam?

- raid kokusuz sineksavar aslında kokusuz değil!!! ben alıyorum yani kokuyu. kokulusuna göre elbette idare eder ama kokusuz demenin de alemi yok. ayrıca niye kokusuz? ne koyuyorsun ki içine?

- benim de artık bir t-shirt'üm var! hemi de almanya!!!

- datça'ya gidicez, iki bira açıcaz. datça'ya gidip, iki bira açıp naaapıcaz? tatil.

- çok haketmiyorum bu tatil olgusunu ama denizi de seviyorum. fırsatları kaçırmıyorum. böyle ibne gibin, puşt gibin bir şeyim sanırsam...

- çok yalan söylüyorum bazen. umarım geçer...

- iyi niyetimden şüphem yok!

- ferahevler'den çıkıp, tarabya, istinye, yeniköy, hisar vesaire yürümek... emirgan koruyu gezmek. 9'da yürümeye başlayıp 6-7 saat devam ettirmek. hem de 0 uykuyla geçirilmiş bir gece sonrası. hem de dertlerin en büyüğünü taşıyarak. işte istanbul, işte sahil. bu yüzden hala yaşanılabilir buralar...

- koca göt hiç cazip değil. büyük olmayan ama haddinden fazla hareketli yani sıkı olmayan memeler de öyle. bi çeki düzen ver kendine allasen!

- bu kadar. yorum yap!

09 Temmuz 2010

geri dönüşüm

- blogum vardı benim.bir zamanlar götüm kalkmış olmalı. neyse, geri dönüş yapalım...

- ğ harfinin gerekli olmadığı konusunda net fikirlere sahibim artık. g ya da y harfleri ğ kullanılan yerlerin açığını kapayabilir bence. yogurt demek koymaz bana. zaten y harfi ğ'nin okunuşunda önemli bir yer kaplar. "değinmek" yazarız, "deyinmek" okuruz. bence ğ kaldırılsın.

- scrabble'da 8 puan kendisi. oyunda kalsın... iyi puan kazandırıyor.

- yazılar 2 kişiye gidiyordu. artık 1'e düştü. belki birileri blogu keşfeder. ne bileyim?

- "ama hepsi yalan diye basit bir cümle, bu kadar çok şey anlatabilir mi gerçekten? yoksa ben kafayı mı yedim?

- evcilik oyunu programındaki hakan isimli insan yemek yerken ağzını kapatmayarak ayıp ediyor bence.

- referanduma hayır diyeceğim! sen de öyle de! 12 eylül anayasası önüme gelse ona da hayır derdim. başka herhangi bir anayasa önüme gelince de hayır diyeceğim. ben anayasalara hayır diyen biriyim. anayasasızlığa evet!

- dönüm noktasındayım ey halk! döndürmeyin beni. başka biri olacağım artık, sanırım daha iyi. geçmişe değil, geleceğe takılı kalıcam. en azından şimdilik öyle düşünüyorum.

- bum bum bum karı getti! diyor dimi o adam? ayrılık acı vermiş...

- domateslerin kabuğunu soy, kesme. ez... püre yap. üzerine kırmızı biberi julien biçimde doğra. sarı biberi de öyle yap! yeşil biberi de. soğanları büyük büyük doğra, kavur. yine julien kestiğin tavuk göğüslerini at. onlar hafiften kızarınca üstüne domates ve biberleri at. pişsinler. kısık ateşte, fazlaca. üstüne köriyi ve acı sos'u koy. tuzu koy. sonra makarnayı haşla. çubuk makarna. kırmadan. piştikten sonra koy derin bir kaba. üstüne tavuklu sosu dök. karıştır. iyice yedir. en son tabağı fesleğenle süsle. yoksa taze nane. taze kekik de varsa süper olur. faklı lezzet istiyorsan eğer, makarna içine hiç girişme. acı sos ve baharatları çıkar. bal koy. sen beni dinle! afiyet olsun.

- artık burdayız esin. bakalım başka birileri keşfedecek mi?

- hoşçakal.