28 Ağustos 2015

Hayaller; bir gerçekleşmeden önce güzel, bir de gerçekleştikten sonra...

Bir sürü hayal kurardık. ( gelipartt dan bahsediyorum, blogun kurucusu ve yazarı olur kendileri.)
Sonra dönemsel ve dönemine göre dertler ve ağır olacak ama "ihtiraslar" yüzünden hiçbirini birlikte gerçekleştiremezdik. Çok yakın zamana kadar birlikte hiç uzağa gitmemiştik. Fakat her nasılsa her denize baktığımızda birbirimizi düşünür ve arardık. 

En çok ben kaçardım... 

Sonra dert yanardık başkalarına. 

Birbirimize dert olurduk genelde. Tamam, en çok ben dert olurdum... 

Sonra başımıza düşen saksıların ön yargıları ve korkuları geride bırakmaya yaradığı bir zamanda; bir kez daha denemeye karar verdik... 

Hayaller; bir gerçekleşmeden önce güzel, bir de gerçekleştikten sonra. Gerçekleşme anında "Ayh ne kadar da güzel, canımıza okunuyor ama sorun değil, hayallerimiz gerçek oluyor!" denilmiyor; çünkü genelde hiçbir şeyimiz kolay gerçekleşmiyor. ( Evet, sınıfsal konumumuz bunu gerektiriyor. )

Bar köşelerinde, toplu arkadaş buluşmalarında evliliğin kötü yanlarından bahseder, düzenin bekasının aile kurumuna borçlu olunduğunu anlatırken, nikah masasında bulduk kendimizi. Bu da bir anda olmad tabii. Cidden nikah masasıydı ama. Korkunç bir nikah memurumuz vardı. Konuşurken tüm harfleri dudaklarıyla çizmeye çalışır gibiydi. Ne dediğini hiç duymamıştım dudaklarına bakmaktan. Biz de sayesinde "dünya evine girdik". 

"Gitmem gerek bu şehirden" lafını kaç kez söyledik bilemiyorum ama sonunda gerçekleştirmeyi başardık. Hem de yalnız değil, birlikte kaçtık İstanbul'dan. 

Kısaca hikaye şöyle; birbirini bir şekilde hep seven, ama bir barışıp bir küsen; bir şekilde ve sebepten kopamayan lise arkadaşları ( aşıkları? ) 14 yıl sonra bir araya geldi ve hayallerini bir bir yerine getirdi. En zor kısmı bir araya gelme kısmıydı; çok sancılı geçen 11 yıldan sonra olmuştu. Sonra tatillere gittiler, ayrı ayrıyken birbirlerini aradıkları feribotta birlikte yol aldılar, gece yarısı yıldızların altında, kapkaranlık denizlere birlikte girdiler, ormanın ortasında birlikte uyudular, yıldızların altında birlikte şarap içtiler, hatta birlikte direndiler belki ilk defa aynı düşünceleri savunarak. ( Genelde farklı düşünürlerdi ) Sonra işsizlik, askerlik, parasızlık gibi dertleri aşarak evlendiler ve aynı anda İstanbul'dan kaçıp Akdeniz'in kenarına konuverdiler birlikte. Artık ayrılmak yoktu. Artık İstanbul da yoktu. Sadece birbirleri vardı. Hayata karşı ilk defa yan yana savaşıyorlardı. Yine işsizlik vardı, yine parasızlık, yine ölümler vardı ve hala AKP iktidardaydı, bunca yıldır. Ama artık birliktelerdi. 

Hikayeyi de; önce kendime, sonra okuyucuya ilham olsun diye yazdım. Birbirinden çok uzun süre kopamayan insanlar şansını fazla zorlamasın ve önce zamanı, sonra kendilerini, en son da birbirlerini daha da yıpratmadan el ele tutuşsunlar diye. Sevgilerinden vazgeçmesinler diye. Bir de gerçekten gitmek isteyenin gidebileceğini görsünler ve çok istiyorlarsa yapsınlar diye...

Ve sonsuza dek mutlu yaşadılar...

Böyle olmayacak elbet. Hep mücadele edecekler hayatta oldukça... Birbirleriyle değil, birlikte kavga verdikleri zaman; bir olup dik durdukları zaman, kurdukları hayaller de gerçekleşecek. Ama mutlu olmak için değil. Birlikte olmak, birlikte olmalarının kıymetini bilmek, birlikte gerçekleştirdikleri hayallerin karşısına geçip birbirlerinin gözlerinin içine bakıp gülümsemek için... 



09 Ekim 2014

Konum

Bir şeyler yazmadan duramıyor insan. Dört bir yandan milliyetçilik, gericilik pompalanırken; sokaklar savaş alanı, kan gölü... Sadece 3 günde 30'a yakın ölü. Kurşunla, öldürme kastıyla...

Ben bu yazıya başlamadan bir yarım saat kadar önce emniyet müdürü ve komisere suikast... Suikasti yapanlara operasyon 4 ölü... İstanbul'un göbeğinde asker sokakta, Doğu ve Güneydoğu'da sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş şehirler...

Öyle ki insanlar gerek vicdani, gerek siyasi bir şekilde konumlanıyor.
Vicdanen konumlanmak kolay, siyaseten ise bana mümkün gelmiyor.

İnsanların topraklarına, yurtlarına, evlerine saldıran vahşi bir örgüt karşısında hepimizin konumu bellidir ve öyle olmalıdır. Haliyle çetelerin Kobane'den defolması tek ve öncelikli isteğimizdir. Kobane'deki karşı koyuşun başarılı olmasını istemek vicdani konumlanmamızdan gelir.

Bu vicdani konumlanma İsrail'in Gazze işgali sırasındaki konumlanmamızla eş-değerdir.

Bu vicdani konumlanmalar bir açıdan siyasi anlamlar taşısa da; başka bir açıdan da oldukça sakattır. Örneğin, Hamas'ın yanında konumlanmak siyasi bir doğruluk taşımamaktadır. Bence... (Bundan sonra bence yazmayacağım, bu yazıdaki her cümlenin başına "bence" yazmışım gibi okuyabilirsiniz.)

Aktörleri değerlendirdiğimde bu savaşta yerimin olmadığını görüyorum. Siyasi bir tavır takınmak o kadar zor ki. Tarihsel bir bağlam ve sorumluluk gerektiriyorsa siyasi tutumumuz, ben bildiğim tüm bağlamları ve taşıdığım tüm sorumlulukları değerlendirdiğimde siyaseten konumlandıramıyorum kendimi.

Yahu katliam oluyor sen neyin derdindesin? diye soranlar olabilir. Katliama karşı siyasi sorumluluk da taşıyan vicdani konumlanmamı az önce yazdım, her söylediğime bu argümanla gelecek olan varsa onlar için de son hatırlatma olsun...

Ulan belki de kimsenin okumayacağı yazı için duyduğum hassasiyet, çekinceden kendim sıkıldım, yazasım kalmadı...

Tarihsel bağlam demiştim, aklıma gelen birkaç şeyi paylaşacağım.

Malum yaşananların hepsi, Esad'ın bir türlü devrilememiş olmasından kaynaklı. Esad planlanan şekilde devrilebilseydi eğer bugün IŞİD diye bir canavar sürüsü böyle bir güçte olmayacaktı. ÖSO, IŞİD, El Kaide... Kimler denenmedi ki Esad'ı devirsin diye, olmadı.

Barzani'nin PDK'si,Irak'ta geleceğini Amerika'yla birlikte kuran... Öcalan'ın PKK'sıTürkiye'de faşist-diktatörle müzakere süreci yürüten...

Kürt silahlı güçlerinin Suriye'deki kanadı PYD... Şu an IŞİD saldırısı altında...

Hangi IŞİD?

Tırlarla MİT aracılığıyla Türkiye'den silah ve mühimmat taşınan IŞİD. Sınırların militan giriş - çıkışına açık olduğu IŞİD. Eğitimlerini Türkiye'de alan canavarların oluşturduğu IŞİD...

Kürt hareketi?

Efgan Ala ile gülücüklü pozlar veren Kürt Hareketi, Faşist - diktatörün cumhurbaşkanlığını ayakta alkışlayan Kürt Hareketi, diyalog zemini kaybolmamalı diyen Kürt Hareketi, Hakan Fidan'ın Dış İşleri Bakanı olmasını tercih eden Kürt hareketi...

Şu anda koalisyon güçleri IŞİD'e operasyon düzenliyor. PYD silah satın almak istiyor. Koridor bölge açılması talep ediliyor. Emperyalizm maşası PDK Kobane'de direniyor, ÖSO, PYD yanında saf tutuyor.

Türkiye kara harekatı diyor, tampon bölge istiyor. Kürt Hareketi bu olayları hükümeti yıpratmak için fırsat olarak görmemeliyiz diyor. Bir yandan da Kobane düşerse, Türkiye düşer diyor. Ama tezkereye hayır diyor. Ama sınırını bize aç diyor. Bizimkiler gelsin diyor.

Türkiye'ye IŞİD yaralıları geliyor.

Sokakta milliyetçiler saldırıyor. Hizbullah elinde silahla sokakları tarıyor. Ha bu arada onlar da Kürt. IŞİD'li Kürtler, Kürt kasabasına saldırıyor.

Türkiye hükümeti sokağa çıkanlara misli ile karşılık vereceklerini deklare ediyor... Kürt Hareketi hükümete bişey olmasın diyor...

Gezi'de sokağa çıkanlar neredesiniz deniyor? Gezi'de isteselerdi bu ülkenin hükümetini değiştirebileceğimizi gördüğümüz şu günlerde... Yahu siz Gezi'de bugün sokağa çıktığınız kararlılıkta ve öfkede olsaydınız şu anda başka bir ülkede yaşıyorduk belki de... Diyebilir miyiz? Bilmem...

Sorgulama, tarihsel doğruluk ve sorumluluk... Hep bir kenara atılıyor... Yarın, bugünkü talepler doğrultusunda gerçekleşecek olanların sonucunda kendi hayalini kurduğu bir coğrafyaya ulaşamayacaklar için şimdiden hayal kırıklıkları hayırlı olsun diyelim bari...

Bugün, şu dakikada, kimseye sosyalizm önerecek ya da kimsenin yaptığı eylemi yanlışlayacak değilim. Bir anlamı olmadığının farkındayım. Salak değilim...

Yalnız hala safiane duygularla bir önerim var... Masanın neresindesiniz? Karar verebilirsiniz...

Payın büyüğü bende kalsın diyen ABD?
Durumdan vazife çıkaran BM?
IŞİD'i büyütüp, şimdi yok edeceğini iddia eden TC?
Sınır ötesine geçince PYD, PKK, IŞİD dinlemeden Esad'ı devirmek için her türlü pislik yaptırılabilecek olan TSK? Bizden sonra gelen nesillerin, aşırı(?) sokak eylemlerini biz de durduramıyoruz diyip, bu nesillere misliyle karşılık vereceğini açıklayan hükümetle diyalog zemininin bozulmamasını isteyen PKK?
Koalisyon güçlerini göreve çağıran, PDK ve ÖSO ile ortaklaşa hareket etmek "zorunda kalan" PYD?
Amerikan görünümlü Kürt yönetimi PDK?
Efgan Ala'ya gülen, Tayyip'i alkışlayan, Hakan Fidan'ı destekleyen HDP?
Katiller sürüsü ve içinde azımsanmayacak kadar Kürt kökenli bulunan ortaçağ vandalı IŞİD?
Gerici, işbirlikçi, paralı asker ÖSO?
Batı'da milliyetçilerin yaptığını, doğuda kendi halkına misliyle yapan Hizbullah?

Ben hiçbir yerinde değilim...

Ben masum halk, sivil halk katledilmesin; bir kasaba katliama uğramasın derdindeyim...

Vicdanen...

Ama siyaseten, sol yanım, bu meselede yersiz - yurtsuz...

Olumlu ya da olumsuz,

Bu sürecin sonu, bu sürecin de sonu...

Ne devrim, ne özgürlük, ne bağımsızlık, ne barış...

Gericiliği gerileten, milliyetçiliği körelten, emperyalizme sekte vuran bir sonuç çıkmayacaksa ki artık çıkması imkansız; ben siyaseten konumlanmama hakkımı kullanıyorum...


Önce mevcut durum atlatılsın diye düşünülebilir... Yazdığım her şey, durum buraya gelene kadar siyaseten konumlanamamış olmanın bedelidir.

Hepsi bu coğrafyada oldu. Gözümüzün önünde... IŞİD bir günde binden fazla kişiyi sokak ortasında infaz etti... Gözümüzün önünde... Ama o zaman tırlarla silah taşıyan Türkiye, bugün kurtarıcı olsun diye çağırılıyorsa...

Ben yokum...

Son söz: Umarım Kobane'deki IŞİD saldırısı bir şekilde püskürtülür ve Kobane halkı(bildiğim kadarıyla Araplar da oldukça fazlalar) kendi yurtlarında en azından korkusuz bir şekilde yaşamaya başlar...





04 Eylül 2014

sakin...

Sakin olmak çok zor bu şehirde. Bu şehir yaklaşık 20 milyon kişinin şehri. İstanbul. Yani bu ülkede birileri "bu şehirde" diyorsa muhtemelen İstanbul'u kastediyordur. (Normalde o ihtimal hesaplanır ama ben hesaplama yapmaktan hiç hoşlanmam. Beynimin sol bölümünü dinlendirmeyi tercih ederim.) İlçelerde yaşayanlar bilir. İlçeler hep il olmayı bekler. Yerel seçimler yaklaşırken "ilçenizi il yapacağız" derler. Bence İstanbullular artık ülke olmayı talep etmeli. 

Ne diyorduk, sakin olmak çok zor. Ben mesela çok sakin bir insandım. Sakin, alttan alan, kavgadan gürültüden ölesiye kaçan bir insandım. Sakin olmayanlarla anlaşamazsınız, öyle bir insansanız. Çünkü kavgadan kaçıyorsanız, yalan da söylersiniz, geçiştirirsiniz de, onun sinirini zıplatmamak için o konuyu açmazsınız ve konunun açılacağını anlayınca aptal numarası yapmaya başlarsınız. Bu da sakin olmayanı delirtir. Sizi boğamazlar ama sizi kırmaktan hiç korkmazlar o noktada.

İşte bu sakin insan artık tam bir terminatör oldu. Artık ben bile kendimi tanıyamaz oldum. Tek suçlusu ben olamam. Çünkü hala kavgayı sevmiyorum. Bence beni bu şehir bu hale getirdi. 

Bu şehirde sakin olan ezilir. Ezilebilir olduğu anlaşılan insanı hayattan bezdirene kadar ezerler. Metrobüse erken binemezseniz ayakta kalırsınız, üstünüz başınız kırışır, kan ter içinde kalırsınız, sabahın köründe moraliniz sıfırlanmıştır. İşe gecikirsiniz, normalde gecikmeyi sevmezseniz patron laf etmeden de kendinizi kötü hissedersiniz zaten, bir de üstüne patron laf eder, ezilirsiniz, patrona cevap veremezseniz akşam erken çıkamazsınız, erken çıkamazsanız sevgilinizle vakit geçiremezsiniz, film bile izleyemez, kitap bile okuyamazsınız, kendinize karşı saygınız ve sevginiz ve tahammülünüz azalır, ezilirsiniz. 
Sürekli bir şeyi doğru yapmaya ve yetiştirmeye çalıştığınızı hissetmeye başlarsınız ve hiçbir şey doğru olmaz, aksi gider sanki her şey, acele ettikçe ayağınız takılır; sürekli düşersiniz ve dinlenmeye bile vakit yoktur..... 
Sanki zaman önden gidiyor da siz arkasından sürükleniyorsunuzdur. Hayat arka arkaya geçerken siz ne olup bittiğini dahi göremeden günler haftalar aylar ve yıllar geçiyordur. Üstünüz başınız dökülürken bir bakmışsınız; hayattan soğumuşsunuz. Nefret etmişsiniz. Bir lafa daha tahammülünüz kalmamış. En sevdiğiniz insanı öldürecek hale gelmişsiniz. Kendinizi alıp bir kenara koymak ve defolup gitmek geliyor içinizden...

Ve defolursunuz...

Tam bu noktada şehrin kırmızı ışıkları ruhunuza işler ve o günden itibaren güç sizdedir. Bağıran, çağıran, beğenmeyen, memnuniyetsiz bir insan haline gelmişsinizdir. Artık planları siz yapıyorsunuzdur ve plana uymayan her şeyi ve herkesi mahkum ediyorsunuzdur. Zamana ayak uyduramayan ölür. Ezilir. Uyamayan umurunuzda değildir. Artık zamanın dizginleri elinizdedir ve sürüklenmek dönemi sona ermiştir. Zamana bile hükmettiğinizi düşündüğünüz anda kırmızı ışıklar gözlerinizden fışkırırken şehir sizi ele geçirmiştir artık...

Biz bu değiliz. Ben bu değilim....

İnsan böyle bir tempoda yaşayacak bir varlık değil. İş çıkışı 2 yerine 2,5 verimli saat geçireceğim diye (ya da bir başka beyaz yakalı yaklaşımı; daha fazla para kazanıp daha rahat bir yaşam süreceğim diye) bu şekilde androidlere yaraşır bir hayat süremeyiz. 

İşte şimdi sakin olmak zamanı geldi... 
Sakin olabilmek zamanı... 
Sakin...


19 Aralık 2013

Bir operasyon var bu gece...

Güzeller güzeli sevgilimin isteği üzerine aylar sonra tekrar yazıyorum...

Ne yazacağıma dair yine bir fikrim yok. Memlekette gündem yine cafcaflı, civcivli...

Gezi olayları geldi geçti, tek satır yazamadık. Çalışmaya başladık, vakit kalmadı. Aslında yine yok ama dedim ya sevgili istedi, başladık. Sevgilimi çok seviyorum ve onu kıramıyorum. 

O zaman hemen gündemden dalalım mevzuya. Operasyon yaptı hocaefendi, a ka pe'ye... Hocaefendi alakam yok diyor ama biliyoruz ki Zekeriya Öz varsa işin içinde ve Emre Uslu ile Mehmet Baransu destekliyorsa o işi; o Hocaefendi'nin icazet verdiği bir iştir. Tabii ki şike davası hariç. Orada Fenerbahçe pislik, şüphe yok.

1 gün önce Hakan Şükür, kendisinin yazmadığı açık olan bir mektupla a ka pe'den istifa ederken noluyor lan demiştik, bir gün sonra gördük olanları. Ağaoğlu gözaltında, Rezza bilmemne gözaltında derken bakan oğulları, banka genel müdürü filan da alınınca aha dedik. Olanlar oldu. Başka bir düzleme oturacak memleket. 

Şimdi karşılıklı salvolar. Operasyonun çeşitli dalgaları olması beklenirken, a ka pe'den hamleler. Emniyette görev değişiklikleri, savcılara ek savcılar getirilmesi vesaire... 

Anlaşıldı ki teyyip'in gidiş süreci hızlandı. Teyyip'in gidici olduğunu görenler süreci hızlandırdı. Şimdilik işin eğlenceli tarafı magazini. Seks kasetlerini bekliyoruz dört gözle. Hiç de ahlaksızlık değil şimdiden söyliyim. Özel yaşama saygı diyene; kızlı-erkekli evlere, kaç çocuk yapacağına karışanların, başkalarının seks kasetlerinden sonra eline, diline, beline hakim olacaksın diyenlerin, kadın mıdır kız mıdır diye meydanlarda böğürenlerin vb. seks kasedinin yayınlanması ahlaksızlık değildir demek lazım. Tek isteğimiz olabilir; birileri bunları derken ses çıkarmayan kasetçi tayfanın da buna benzer kasetlerinin çıkması... Seyredelim cümbüşü...

Gidenin ardından yeni düzeni kurma yetisini kaybetmeleri açısından da istiyorum bu çürümüşlüğü... Ayrıca bu düzen, bu siyasetçiler, bu kamu görevlileri, bu yargı, bu meclis, bu devlet, bu derin devlet, bu metrobüsteki fakir, bu 80 yaşındaki sekreterini taciz eden zengin mi ahlaklı ki; biz bu düzende ahlak temsilciliği yapacağız? Biz ahlaklı yaşayacağız ama ahlaksızlıkları, sadece seksist bir bakış açısından değil bütün dünyevi münasebetlerle tescillenmiş olanları mı koruyacağız? Yok arkadaş! 

Biz isteriz ki süreç bitince yepisyeni bir düzen kuralım, mutluluğa koşalım, gel beraber mesut olalım... Ama kendi adıma böyle beklentilerim yok. Gezi'den sonra bu olayın patlaması bir yanda mağduriyet edebiyatı yaratacakken; diğer tarafta da kemikleşme ve alternatif koyma arayışına yol açacaktır. Yani ben çözülmelerin değil dünden biraz daha farklı da olsa kenetlenmenin olacağını düşünenlerdenim. Seks kasedi dediğin şey de en nihayetinde MHP ve CHP'nin oylarını arttırmış bir olaydır. Diğerlerini yok etmiştir.

Teyyip'e bakan bulmak kolay. Nasılsa emri o veriyor. Yani bir komplo teorisi de a ka pe'nin buna bilerek göz yumması ve buradan bir seçim yatırımı yapması... Olur mu olur...

Biz ne yapalım? Seçimi geçelim. Alternatif yaşam olanakları sağlayalım. Gezi'nin öğrettiği gibi. Anlatalım, dinleyelim. Yaklaşalım... Dokunalım... Daha güçlü, daha kalabalık duralım. Dağıldıkça toparlanalım... Varsın düzen değişmesin, varsın bu köhne, çürümüş sistemin için yaşamaya mahkum kalalım... Ama kan dolaşımımız hızlansa, nefes alma alanımız genişlese fena mı olur?

Bu düzende daha iyisi olabilir ya da aşamacılık değil söylediğim... Ulan yaşıyoruz gidiyoruz. Zaman da maşallah piyuuuuu geçip gidiyor. Bir tane hayatımız var. Belki bir saat belki 60 yıl... Ama 1 tane işte... Daha iyi, daha derin, daha gerçek, daha değerli yaşamayalım mı arkadaşım?

Hee Kürt hareketi var iki noktada kıl oldum kendilerine şu son operasyon sürecinde. Biri Pervin Buldan ve tayfasının ehiiihehi mecliste kimse yokken başbakanın oturduğu koltuğa oturdum minvalinde tweet atması. Diğeri de operasyonun barış sürecini baltalamak için yapıldığını iddia etmeleri. Siz oturabilirsiniz ama temsil ettiğiniz halk başbakanın kucağına(koltuğuna) oturamayacak kadar siyasi bilince sahiptir. Ve sizden sıyrılıp, arayışa geçecekleri gün yakındır.

Demin dedim ya dokunmak... İşte acaba onlara dokunmanın şimdi tam da sırası değil midir?

Ondan sonrası, düğün dernek....

Vıy vıy vıy da vıy vıy yar... hım hım hım da hım hım yar....

Seni seviyorum!

21 Mart 2013

Saatler

Saatler geçiyor...
Tik tak tik tak tik tak...
Yelkovanın acelesine,
Akrep niye ayak uyduruyor?

Saatler geçiyor...
Tik tak tik tak tik tak...
Bakıyorum gökyüzüne,
Her an daha fazla mı kararıyor?

Saatler geçiyor...
Tik tak tik tak tik tak...
Dinlediğim şarkılar,
Neden yokluğuna karışıyor?

Saatler geçiyor...
Tik tak tik tak tik tak...
Bir nefes çekiyorum, 
Dumanı odamı boğuyor.

Bir türkü çalıyorum, 
Neredesin sen? diyor...
Nerede olduğunu biliyorum,
Zaman tokadını atıyor...

Bir şiir yazıyorum,
Bir şarkı oluyor,
Bir sana söylüyorum,
Bir biz biliyor...

Bir kavga görüyorum,
Birileri küfür ediyor,
Oysa ki küfür işçi sınıfının ağzında çiçek, 
Can Baba öyle diyor...

Saatler geçiyor...
Tik tak tik tak...
Şiir yazamıyorsun,
Bari şiir ol diyor...

Saatler geçiyor...
Tik tak tik tak tik tak...
Biri var işte,
Bütün şiirler oluyor...

Yazılabilmiş veya yazılamamış 
Denenmiş veya denenememiş...
Okunmuş veya okunamamış...
Ağlanmış ya da ağlanamamış...

Saatler geçiyor...
Tik tak tik tak tik tak...
Senle başlayan günün,
Gecesi de senle bitiyor...

Saatler geçiyor...
Tik tak tik tak tik tak...

Saatler geçiyor...
Zaman tokadını atıyor...
Gecikiyormuşum...
Küfür benim ağzımda da çiçek...

Saatler geçiyor...
Zamanın durduğu...
Tek yere...
Yanına... Gelmeme
Az kalıyor...

Saatler geçiyor...
Tik tak tik tak tik tak...

Saatler geç...


28 Şubat 2013

Araf ve Aşk üzerine

Son dönemde izlediğim en travmatik ve en çarpıcı film Haneke'nin aşk filmiydi. Tüm film boyunca yaşanan çöküntü ve gerilimli sıkıntı ile öylesine özdeşleştik ki biz izleyiciler, Haneke dehşet bombasını patlattığında sinirlerimizin boşaldığını hissettik. Dehşet sonrası biz de bir rahatlama yaşadığımızı acı da olsa itiraf etmek gerek.

Araf'ta da benzer başarı seviyesini yakalamış olan 15-20 dakikalık bir bölüm bulunuyor. Tırmanan gerginlik ve stres sonrası dehşet verici bir bebek düşürme sahnesi! Ancak burada özdeşleşmeyi yaşayan seyirci kadınlarla sınırlanıyor, önceki gerginlik 15-20 dakika sürerken dehşet anı uzadıkça uzuyor. Haneke bize balyoz vururken Yeşim Ustaoğlu sağlam bir tokat patlatıyor.

Burada her ne kadar seyirci-karakter özdeşleşmesini Hollywoodvari bir şekilde kutsamış gibi görünsem de, yabancılaştırma efektine ilişkin tartışmada derinleşmediğimi bilerek bu hususta fazla yorum yapmaktan imtina ediyorum. Ancak yabancılaşma efekti yöntemlerden biri olup toplumsal gerçekçi sanatın/sinemanın/tiyatronun tek yolu olmadığını düşünmek yanlış olmaz sanıyorum.

Araf'ın karakterleri hem toplumun lümpen ve yoksul kesiminden, hem de oldukça "gerçek" karakterler.

Gerçekle bağdaşmayan bir nokta, Mahur'un çok az konuşması. Bu onu neredeyse kötü çizilmiş bir hayalete dönüştürüyor. Ancak karakterin hareketi ve yaşayışı gerçekçi ayrıntılarla çizilmiş.

Film hakkında Kültür Mafyası (1. Sayı) da okuduğum ve not ettiğim yorum; karakterlerin kaderlerini belireyenin aslında kendi seçimleri olduğu ve hiçbirinin kaderine boyun eğmediği, değiştirdikleri, şeklindedir.
*Bu yazı 13.10.2012 tarihinde yazılmış olup blogda ölümsüzleşmesi amacıyla eklenmiştir.


Takvim

Ne yazacağıma dair hiçbir fikrim yok, sadece sığındım buraya. İşsizlik, sıkıntılar...

Yazarsam rahatlarım diye düşünüyorum ama ne yazsam acaba?

29 Şubat'ta doğanlar d.günlerini 1 Mart'ta mı kutluyorlar diye girişsem? Hayır yani, çok acayip... Artık yılın, artık günü doğuyorsun. Artıksın yahu, senden ne hayır gelir ki? 4 yılda bir yaş alsalar ya onlar... Değişik insanlar olsalar. Dünya onları öyle kabul etse, bağırlarına bassa...

Bir de neden Şubat 28 gün? Ocak, Mart değil de Şubat... Kim kısmış Şubat'tan? Neden Şubat'tan? Temmuz - Ağustos ve Aralık - Ocak üst üste 31 çekerken üstelik. 31 gün demek istiyorum... Hayır yani, bunu hangi mantıkla düzenledin ki, düzenleyici?

365 gün yok mu hacı? Obeb, okek ya da ebob, ekok diye bir şey var değil mi? Ayır şunu çarpanlarına, ortak bir sayı bul. Artan 4 saati de ekle yılın son gününe... 12 çarpı 30, 360 gün yapar değil mi? Demek ki 5 ay 31 çekecek ki 365'i bulacağız... Ocak, Mart, Mayıs, Temmuz, Ağustos, Ekim ve Aralık yani 7 ay 31 çekiyor. Neden? 4 ay 30 çekiyor ve Şubat 28... Cidden anlayamıyorum. O 1-2 gün mü belirliyor mevsimleri. Kimse Ağustos biter bitmez yaprakların dökülmesini beklemiyor değil mi? Bekleyen varsa tokat atın, kendisine gelsin...

Önerim: Ocak baş aydır, 31 çeker... Gerisi 30, 31 gidecek işte... Ocak, Mart, Mayıs, Temmuz, Eylül 31 çekecek... Kasım da kusura bakmayacak. 30'da kalacak... Dur ya 4 yılda bir oluşan o 1 günlük süreyi de Kasım'a ekleyelim, gönlü olsun işte... Böylece elimizi yumruk yapıp, tepe noktalarından hangi ayın kaç gün çektiğini hesaplamakla uğraşmayalım. Belli bir sırayla ilerlesin...

Hayır bu Dünya da Güneş etrafındaki dönüşünü 6 saat daha kısa sürede tamamlayamıyor ya işte ben ona üzülüyorum. Bizi bu hesapları yapmaya zorluyor şerefsiz Dünya... Aslında 1 saat 60 dakika zırvası olmasa tüm bunlar ayarlanabilirdi... 

Yani Dünya'nın kendi etrafında dönüşü şimdiki hesaplarla 24 saat olabilir... Ama 1 saat için 60 dakika, 1 dakika için 60 saniye demeseydik bunlar olmazdı. Nitekim bu ayarlamalar aynı düzlemde de ilerlemiyoru. Örneğin 1 saniye 100 salise... Demek ki ayarlanabiliyor...

Ben artık gün istemiyorum arkadaş takvimde. Yazık la kimin çocuğuysa diye bakılan bir gün olmasın hayatta... Her gün eşit olsun, Aylar da adilce düzenlensin. Şimdi bir Şubat ile bir Temmuz aynı mı yani? Şubat haftalar toplamı gibi bir şeyken; Temmuz babalar gibi bir ay!

Geçenlerde bir arkadaş, havaların ısınmasını takvimlere bağladı... Ozon delinmesi yalan, küresel ısınma yok! dedi... Takvimler yanlış hesaplanıyormuş ondan öyle oluyormuş ona göre... Bir bok anlamadım... Havalar daha sıcak işte be, neyin takvimi... 14 Ağustos'a göre sıcak ama 17 Ağustos olsaydı normal olacaktı gibi bir kafa mı bu? Askerden yeni dönmüştü, he he diyip geçtim... Ne diyim ki? Ozon delindi diyoruz, sular kuruyor diyoruz adam takvim diyor... Neyse artık yapacak bir şey yok... Bence takvimlerin sorunu yukarıda anlattığımdan ibarettir...

Mayalar da sıkılmış, takvime devam etmemiş diye kıyamet kopacak dediler ya, ben daha ne diyim?

Bu son 2 paragraf, yukarıda yazılan tüm saçma yazıya rağmen; benden daha saçmaları olduğunu göstermek içindi...

;Ha bu arada sonra bana diyorsunuz ki 2 sene boyunca iş arıyor insanlar, psikolojini bozma... Yazdığım konuya bakar mısınız, daha çok bozulabilir mi sizce? Bir de Türkiye'deki illerle bozmuştum kafayı... 81 il ne lan diyip 17'ye düşürmüştüm... Hala da arkasındayım o fikrimin... Bence net olmalı sayılar... Çünkü hayattır sayılar... Net olmalıdır hayatlar... Yaşayanlar...

İyi geceler, günler, sabahlar, akşamlar, ikindiler, yatsılar...


18 Ocak 2013

Nabız

Her yazıya böyle başlar oldum ama yazmayalı yine uzun zaman olmuş. Not aldıklarım filan alındıkları yerde kalıyorlar artık. Gündem hızlıca yön değiştirebiliyor bilindiği üzere... O anda paylaşmazsan sonra yazmanın bir anlamı kalmıyor. Tam olarak şu saatlerde izlediğim bir televizyon programından hareketle gündemin nabzını tutmaya başlıyorum...

Beyaz Tv'de bir gazeteci(!) ortaya bir iddia attı. Kemal Kılıçdaroğlu'nun 7 bin akrabası İzmir Belediyelerinde çalışıyormuş ve hepsi Aleviymiş. Beyaz Tv de bunu ciddiye alıp masaya yatırdı. Şimdi bu açıklamayı yapan adamın akıl sağlığı ile ilgili fikirlerimi paylaşmama gerek yok. Ama "hepsi de Alevi" aleni ırkçılık değil de nedir?

Bir de bir insanın 7000 akrabası mı olur lan? Olsa bile bilebilir mi? Adam bir ilçeyle akraba, biraz daha üreseler şehir kurarlar... Niye Chp Genel Başkanlığı yapsın ki bu adam? Şehri olur be adamın. Sokmaz istese kimseyi... Enteresanmış. Ben 7'den sonraki akrabalarımı sayamıyorum, kassam 17 tane çıkar hafızamdan. Adamın 7000 tanesini hatırlaması ve hepsine de aynı şehirde iş ayarlaması mümkün mü yahu? Bir de niye aynı şehire kümelensin ki bu akrabalar? Dağılsalar yurdun dört bir yanına olmaz mı? Başa dönelim... 7 bin akraba nedir be?

Diğer konumuz tabii ki Levent Kırca - Fatih Altaylı kapışması... Levent Kırca o iğrenç ifadelerinin arkasında hiç durmayarak, hiçbir mazeret, bahane üretmeyerek ve sadece özür dileyerek bir nebze de olsa hala insan olduğunun sinyallerini verebildi. Ama aynı programın ilerleyen dakikalarında yaşadığı atışma ile Fatih Altaylı'nın sinirlendiğinde insanlıktan çıkıp başka bir yaşam formuna dönüşebildiğini ve bilinmeyen bir dille konuşabildiğini de görebildik. 

Sen salaksın, yalakasın gibi ithamlarda bulundu Levent Kırca... Haklıydı... Takayım mı muhabbeti ise ikilinin çirkinliğine yakışan cinstendi...

Birand öldü, badem gözlü oldu. Birand'ın TRT'de çalıştığı dönemlerde devleti nasıl dolandırdığı, sahte faturalar düzenlediği ve hapis cezası alıp bunun paraya çevrildiği ortada. Tüm hükümetlerin gözbebeği olması aşikar. 28 Şubat Belgeseli hususunda Rıdvan Akar'ın emeklerinin üzerine konması malumunuz... Gazeteceliğin hapsedildiği, öldürüldüğü dönemde başbakan ve bakan uçaklarında ya da yemeklerinde sorunsuzca yer alabilmesi ise kör göze parmak. Şimdi bu adam öldü diye neden üzüleceğiz, biri çıkıp anlatsın. Habercilikte tarihmiş kendisi... Mehmet Barlas da öyle... Emre Aköz bile öyle... Engin Ardıç? Nazlı Ilıcak? İlerde Rasim Ozan ve Mehmet Baransu da böyle anılacak... Hepsine üzülecek miyiz yani biz? Kusura bakmayın da siz Birand'a üzülün biz de size...


ÇHD avukatları ve Yorum üyeleri gözaltına alındı. Gündem dedik, gündeme taşıyan olmadı. İyi ki bazı gazeteci - muhabirler hala var da internet ortamından olan-biteni takip edebiliyoruz. Polisin aramasından sonra İdil Kültür Merkezi'nin aldığı hali gösteren şu yukarıdaki fotoğrafı bir metafor olarak kabul edersek üzerine çok fazla söz söylemeye de gerek kalmaz. Polis devletinde en çok istenmeyecek şeydir adalet ve adalete tek ihtiyacı olandır ezilenler ve ezilenlerin çıkarabildiği tek sesş temsil eder aslında böyle avukatlar... Tüm avukat dostlara, adalet arayışlarında kolaylıklar dileyelim zira Türkiye'de adalet, samanlıkta iğne kadar bile değil...

Başka ne oldu? Paris'te işlenen cinayetler var, Hrant Dink var, gizli doğalgaz zammı var, tiyatroya saldırı var, başbakanın beyaz ekmek yedirmeyecek olması var... Uff girmemek gerekirmiş bu gündem işine. Burada bırakalım...

Son olarak Kelebeğin Rüyası adlı film konusu itibariyle ilgi çekebilecek gibi duruyor. Ticari bir iş olmak zorunluluğunu kabul etmekle birlikte merak etmedim değil... Acep nasıldır, nedir, ne değildir?

Son tespit: Cem Yılmaz ne kadar komikse, Kadir Çöpdemir o kadar değil...

İyi geceler/günler/sabahlar/akşamlar... Heh, bir de şarkı...

Hoşçakalın...

07 Aralık 2012

Başbakan

Tayyip Erdoğan, Muhteşem Yüzyıl'a fena halde takmış. Fena halde taktıklarının akıbetini biliyoruz. Muhteşem Yüzyıl önce değersizleşecek daha sonra da yok olacak. Bundan şüphesi olan yok. Bunu kanıksamak ve normalleştirmek ise ümmetimizin şanından... Önce bir profesör çıktı ve Muhteşem Ahlaksızlık dedi bugün de bir milletvekili 2013 başında bu dizini kaldıralacağını zaten bir kanun teklifi üzerinde çalıştıklarını açıkladı... Evet, yanlış okumadınız. Kanun teklifi yolu ile dizi yayından kaldırılacak...

Muhteşem Yüzyıl'ı belgesel tadında, tarihi öğrenmek için izleyenler varmış demek ki! Bu, çok açıdan sıkıntılı bir hal. Tarihi doğru öğrenmek zaten bir kaynak üzerinden mümkün değildir. Ders kitaplarında okuduğumuz her şeyi gerçek sandığımızdandır ki gösterilenlere de atlıyoruz. Oysa öyle değildir. Tarihi, tarihin egemenleri yazar. Dönemi öğrenmek için; dönemin ezilenlerinin, muhaliflerinin ve bahsi geçen egemene karşı koyma gücü olan diğer egemen güçlerin de neler söylediğine, yaşadığına, ürettiğine bakmak gerekir en azından. Mesela Osmanlı'nın kazandığı her savaştan fetih, kaybettiği her savaştan işgal diye bahsedilen bir tarihe nasıl yaklaşılabilir? Ne kadar doğru, ne kadar gerçektir? Tarih nedir? Her gün, bir şekilde tekrar hatırlatıyor kendini o kitap... (E. H. Carr)

Başbakan'ın tarihin yanlış öğrenilmesi kaygısıyla bu çıkışı yaptığını düşünmek de geçtiğimiz 10 seneyi anlamamakla mümkün olabilir. Başbakan'ın derdi elbette ki harem, kadınlar, dekolteler, cinsellik, aşk, içkiler, entrikalar vesaire. Ne haremi yahu, at üstünde geçti adamın ömrü diyor o çıkışında. Harem yok, Hürrem yalan! diyecek neredeyse. Peki Başbakan 3. Murat'ın hayatının dizi yapılmasından memnun olur mu?

3. Murat tarihçilere göre en az 102 en çok 130 çocuğa sahip bir padişah. Yine aynı tarihçilere göre alkolik mertebesinde bir içkiciydi. Duraklama dönemini başlatan padişah da diyebiliriz aslında kendisi için. Mesela bu adamın dizisi yapılsa. Her güzel gördüğü kadını hareme atan, sürekli içen ve sevişen bir padişahın dizisi yapılsa Başbakan ne der? Hem çocuklarımız da tarihi yanlış öğrenmemiş olur hem de reyting rekorları kırılır...

Neyse efendim, diziyi 1 kere bile izlememiş olan ben, bir dizi üzerinde bu tip tartışmaların yapılmasını faşizan buluyorum. Ben dizi çıktığında ohh bir Osmanlı güzellemesi daha demiş biri olarak, bu dizinin mevcut sistem - iktidar için bir nimet olacağını düşünüyordum. Hoş, hala düşünüyorum ama Başbakan sıkıldı sanırım. Ya da Emine Hanım "bey bu dizi boka sardı, kaldır şunu da yeni bir şeyler izleyelim" filan mı dedi? Olabilir...

Başbakan tinercilerden minercilerden arındıracakmış Taksim'i. Bir alışveriş merkezi olacakmış Taksim. İyi de Taksim zaten alışveriş merkezi. Kültürel anlamda da, ekonomik anlamda da, cinsellik anlamında da. Taksim'in bu anlamda bir eksiği yoktu ki. Zenginlerin alışveriş merkezi yapacağım deseymiş daha iyiymiş. Bu arada Başbakan artık uyansın. Onun tinerci dediği tüm insanlar, kendi iktidarı döneminde tinerci olmuş insanlar artık. 11 senedir iktidar olup, sokakları ötekileştirebilmek de ayrı kafa. Sokaklar da senin eserin Başbakan. Minerci ne bu arada?

Kıyafetler serbest. Holeeyy!! Tek tip değiliz. Tamam yahu değiliz. Olmayalım. Gelir adaletsizliği zaten kendini belli ediyor. Telefonla, çantayla, kalemle, ayakkabıyla. Önlük bunu örtmüyor. Evet, açıklama bu. Makul, sıradan bir vatandaş bu tespiti yapabilir ve sadece tartışabiliriz onunla. Ama Başbakan yapınca olmuyor be! Gelir zaten adil değil yerim önlüğü diyor. Biz de onu diyoruz işte gelir neden adil dağılmıyor Başbakan? Önce geliri adil dağıt sonra senin serbestleştirdim dediğin şey özgürlük olarak karşına çıkacak, merak etme. Serbestlik ile özgürlük ne kadar uzak. Ama ke kadar yakınmış gibi pompalanıyor dimi? Buna canım çok sıkılıyor. Türban serbestisi. Sen dini siyaset aracı yapmaktan, ekonomik çıkar ürünü yapmaktan, seçim malzemesi olarak kullanmaktan çıkar. Türban iddia edildiği gibi sadece inanış gereği kullanılan bir obje olsun. O zaman türbanı serbestleştirmene de gerek kalmaz, türban takan özgürce türbanını takar kimse de ona takılmaz... Okullardaki kıyafet meselesi de böyle...

ABD'de zenginlerin okuduğu okullarda varmış sadece forma. Bir de bunları gördüm. Bizde de böyle olsuncular. Zenginler ayrılsınlar, bizi yönetenleri bilelim kafası. Sizi yöneteni seviyim!

Bu arada bu konuda konuşurken vesayetten, diktatörlükten filan bahsetti Başbakan. İsmet İnönü dedi tabii ki yine. İyi de paşam! Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Necmettin Erbakan neden bu tek tipleşmenin önüne geçmedi? Hani onlar demokrasi aşıklarıydı? Yeni rejimin hayırlı olsun Başbakan!

Seçmek daha zordur beyler, seçilmek kolay. Sen seçme yaşını 18 yapacaksın, seçilme 25-30! Olur mu böyle anlayış? gibi bilimsel olarak müthiş temellendirmelerle açıkladı Başbakan seçilme yaşının düşürüleceğini. Şimdi bu bilimsel ve patolojik ve sosyolojik anlamda belirli temellere oturtulmuş analiz üzerinden itiraz noktası geliştirmek çok zor olsa da bizim parti kararımızdan başka oy kullanan ile yollar ayrılır diye tehdit ettiğiniz adamların yaşının ne önemi olacak sayın Başbakan? diye sorarak yazıyı bitiriyorum...

Çok canım sıkıldı. Bu konuşmaların hepsi son 2-3 günde okuduğum ve gördüğüm şeylerdi. 1 haftayı filan yazsam demek ki hem çok daha iğrenç bir yazı çıkacak hem de iyice içim kararacaktı... Bu çirkin yazı için özür dilerim. Unutmamak için yazdım aslında. Hoşçakalın...


18 Ekim 2012

Hababam

Yine not aldım, yazmadan önce ama not almadığım şeyden bahsederek başlayacağım... Zeytin ezmeli makarna...

Soğanları ince ince doğradım. Onları ateşte bir güzel öldürdüm. Domateslerin kabuğunu soyup ufak ufak kestim. Ölmüş soğanların içine attım. Domatesler suyunu salınca verdim zeytin ezmesini. Siyah renk baskın tabi, sos siyah oldu. Bu görüntü beni korkutmuş olacak ki, zeytine yakışacağını düşündüğüm kekikten ekledim bir tutam. Biraz tuz attım. Sonra çok mu ekşi olur lan bu böyle diyip 1 tane kesme şeker de attım ki kırılsın o tat. Sonra makarnamı ekledim... Karıştırdım. Tabağıma koydum... Size bir tavsiye, denemeyin... Bok gibi oldu... Çöpe döktüm...

Evet, gelelim şimdi asıl konulara. Aç kalmaktan daha asılı neyse onu da bilmiyorum ama not aldıklarıma geçiyorum işte. Hababam Sınıfı'na çok takıldım geçen. Çok izledik, güldük... Hala izleriz, hala güleriz. Ama oradaki çocuklar sanki halkın içindenmiş gibi yansıtılıyor ya hani biz öyle düşünüyoruz. Heh işte kazın ayağı öyle değil gibi geliyor bana. Bir kere özel lisede okuyor bu adamlar. Derseniz ki eskiden özel okulda okumak şimdiki kadar mali külfet getirmiyordu. Ort. harcanabilir gelir seviyesi yüksekti ve özel okullar şimdiki gibi yüksek bedeller talep etmiyordu. Çok inandırıcı olmazsınız. Özel Çamlıca Lisesi'nin ucuz olabileceği ise yetilerini kaybetmiş veya henüz yetilerini geliştirememiş öğretmenleri bünyesinde bulundurmasına bağlı olarak gerçekliğini koruyabilir sadece. Bu bir bakıma anlaşılır.

İyi de bu insanlar fakir demedik ki sen niye okulu ucuza kapatmaya çalışıyorsun diyebilirsiniz. Ama zengin de değiller dimi? Köyden tereyağ yollayan bir baba ne kadar zengin olabilir? Ayrıca hangi zengin, çocuğunu 27 yaşına kadar okutur? Sen gel şu işin başına geç, anlaşıldı senin okumaya niyetin yok demezler mi? Ya da okulun müdürüne para yedirip, şu çocuğu bi geçirin artık müdürüm vallahi bizde hal kalmadı! demezler mi? Zengin adam parasını sokağa dökmez... Bunlar olur...

Diyelim ki orta sınıf vatandaşlar bunlar. Ki bence gösterilen budur. Arkadaş 1 günde müsamere tertip edip elektro-gitarları, takım elbiseleri, dansöz kıyafetlerini hangi bütçeyle getiriyorlar o zaman? Okul karşılamıyor sonuçta, müdürü hepimiz biliyoruz...

Sonra Ahmet diye bir karakter var bu filmlerinden birinde. Hani köylü olan... Bir tek bu mezun oluyor hani. İşte o filmde köy okuluna yardım malzemeleri götürürken bizim hababam, çocuklara çıplak kadın resimleri, sigara filan gönderiyorlar. Ahmet de sinirleniyor ve o ünlü tiradını atıyor. Şimdi bu insanlar köylünün halinden, hele hele 1970'lerin ikinci yarısında dahi anlamıyorlarsa bunlar zengin... Zaten kamp oluyor, hepsi gidiyor. Bir şey oluyor, hepsi katılıyor falan...

Yani ben anlamadım bunlar zenginse, neden yönetmen bize bunlar zengin diye gösteremiyor? Bunlar zengin değilse, bu kadar olanaklara nasıl kavuşuyorlar? Benim bunu bilmem lazım. Çünkü zenginse bu piç kuruları, bu veletler; sevmeyeceğim onları... Adam gözüyle bakmayacağım. Komikliklerine züppelik, esprilerine ukalalık diyeceğim. Bana bunu anlatın, bilmem lazım...

Fazla uzun oldu diğer notlara sadece değineceğim...

Ziraat Bankası sınavlarına İktisadi Aklın Eleştirisi ve Şirket adlı kitapları okuyarak hazırlanmam büyük hata diye düşünüyorum. Daha az süre çalışılmalı, bu yeterli olacaktır diyen bir kitapla; dünyayı şirketlerin yönettiğini anlatan bir diğer kitap bunlar. Banka sınavı için hiç uygun değil.

M. Çulhaoğlu'nun yazısı... İhtiyacımız olmayan şeyler ihtiyacımızmış gibi gösteriliyor diyor bir yerde... Tamam bu çok muhteşem bir tespit değil biliyoruz da; şimdi herkes yanındaki ilk üç cisime baksın. Ama kullanılabilir olan... Telefon, bilgisayar vesaire... Heh işte... Elimizde bulunan hiçbir model aslında ihtiyacımız olan değilmiş ya la! Bu kadar gerçek olduğunu söyleyince anlamıyorsun, uyandırayım...

Burhan Kuzu demiş ki burada koskoca başbakan, orada zavallı Obama! Bunu söyledikten sonra da AB ilerleme rapotunu çöpe attı... Kısacası tüm ideolojisini, siyasetini, geçmişini, geleceğini, olmayan beynini başbakanı yalayacağım diye çöpe attı... Yalnız akıl edemedi ki başbakanı da çöpe attı... Heee bunu nasıl anlar halkım? AB'ye bile kafa tuttu. Kafasını tuttu diyeceğim ayıp olacak... Susuyorum...

İlk defa insanlardan, ilişkilerinden, hayata karşı tutumlarından söz etmedim. Onları yargılamadım bir yazıda. Nasıl? Eleştirmedim... Haydi bakalım... Bundan sonra ne bok yerse yesin insanlar! Nasılsa hep haklılar, nasılsa haklı çıkmanın yolunu hep bulacaklar! Anaaammm! Dayanamadı yine namıssız, hayın...

Hoşçakalın...

05 Ekim 2012

Notlar...


İlk defa bir yazıya başlamadan önce, yazacaklarıma dair not aldım... Çünkü ben bunu dün gece uyuyamamışken yazmak istedim. Ama yazmadım, çünkü saat 6'ydı ve kendimi uyumaya zorlamam lazımdı. Gördüğünüz gibi notların başında da "uyku problemi" başlığı yer alıyor. 6'da yattım diyor parantez içinde de...

Uyuyamıyorum. Son 1-2 aydır, adam gibi uyuduğum gece sayısı 2 bilemedin 3... Adam gibiden kastım da 02.00-03.00 arası uyumak...

Rüyalar görüyorum pis pis. Konuşulanları ve konuşulmayanları kafama takıyorum. Olana bitene yorum ve bakış açısı geliştiriyorum. Ama hepsini yatakta, uzanarak hiçbir şey üretmeden yapıyorum... Mesela neymiş bunlar?

Neşet Ertaş'a takılmışım. Her Tv dizisinin bir yerinde istisnasız kullanıldı adamın türküleri. Beğendiğimiz beğenmediğimiz farketmez tüm diziler kullandılar... Kaç bölüm dizi çektin, hiç mi ihtiyacın olmadı da kullanmadın? Dirisini anmadığın adamın ölüsüne bu saygı neden? Bundan sonra kullanır mısın? Dizi böyle bir şey zaten, ticari kaygılar taşır, neyine takıldın? diye soracak olabilirsiniz. Sormayın, takılmışım işte...

Sonra ne varmış? Bertolucci filmi Ben ve Sen... Burada çalan şarkılar çok güzel şarkılar. Hepsi bildiğimiz ama film sahneleriyle harmanlandığında yüzümüzde tebessüm yaratacak şarkılar. Bu filmden öğrendiğim bir şey David Bowie'nin Space Oddity'sinin İtalyanca bir versiyonu olduğu. Ve sözlerinin orjinalinden farklı olarak bambaşka bir hikaye anlattığı. Açıkçası şarkının İtalyanca'sının çevirisini filmde gördük ama elimizde bulunsa, arada bir bakabilsek çok hoş olur. İtalyanca bilen tanıdığınız varsa sorun, öğrenin de benimle paylaşın lütfen. Aha da şarkı!



Bloga girmeyip, mailden okuyanlar hani lan şarkı diyebilirler. Video çıkmıyor çünkü mailde. Bi zahmet blogtan bakınız...

Diğer konumuza geçelim. Sıradaki filmimiz Ken Loach-Meleklerin Payı... Bir fıçıda bekletilen viskilerin %2'lik bir kısmı zamanla uçar gidermiş, kaybolurmuş. İşte buna meleklerin payı denirmiş... Hiçbir şey öğrenmediysem iki şey daha öğrenmişim bu filmden. Birincisi bir viski fıçısının açılması... Tıpasının sağına ve soluna büyük çekiçlerle vuruyorsunuz. Tıpa öyle yerinden çıkartılıyor yani... İkincisi de bizim burada tanıtım, katalog, reklam icabı etek giyen adama kız gibi etek giydi denir. Aslında karı gibi denir de neyse... İşte İskoç erkekler için etek geleneksel bir kıyafet olsa da filmden görüğümüz artık orda da etek giyen için kız gibi etek giyen adam muamelesi yapılıyor. Polisler öyle yaptı, filmin karakterlerine. Bu arada bahsettiğim iki film de seyirlik. İmkanı olan izlesin...

Bakalım başka ne not almışız? Bunu uzun tutmayacağım. Bir 25 sene yaşadım, kimin ne bok olduğunu anlamadım. Hangisi gerçek, hangisi doğru, hangisi samimi ve hangileri değil bilemedim. Söylem, eylem bu kadar ters gider mi arkadaş? Anam anam mı? babam babam mı? sen sen misin? bilemedim... Bir 25 seneyi daha böyle geçirecek gücüm yok, lütfen herkes açık olsun ve ne istediğini anlatsın... Ne olduğunu... Bak mesela sen benim için dersen ki Berk böyle yapar, davranır, düşünür... Orda işlem tamamdır... Ben öyle yaparım, öyle davranırım, öyle düşünürüm... Basit olun... Ya da basit olmamayı sıradan olmakla karıştırmayın... Rica ediyorum... Tamam sizin yanınız kalabalık, ben yalnızım birkaç kişi hariç ama sen ne zaman yalnız kaldığını değil bırakıldığını bir düşün... Bana hak vereceksin. Yalnızlık tercih sebebiniz olsun, şartların getirdiği nokta olmasın... Bunun için de bana açık olun. Yalnız kalmazsınız...

Eveettt... Özlemek yazmışım... Dün gece... Kimi, neyi özlemişsem artık. Hatırlamıyorum... O kadar özlemişim ki unutmuşum demek ki...

Hayat bir gündür, o da bugündür felsefesi saçma gelmiş bana yine dün gece. Hayat her gündür, o da bugüne kadar geçirdiğin hergündür demişim... Aslında sevdim bunu... Bugün bile yok, ne yarını? Geçmişinle varsın, bugün de yarın da... Geçmişini kurtar, yarınını halledersin... Bugün zaten yapacağın iş ise, dününü kurtarmak. Söylemeye gerek yok...

Yok olmak istiyorum demişim. Evet, istiyorum... Alacak - verecek yokken, verilmiş sözler ya da tutulmamış sözler yokken, kimseye kötülük yapmamışken(en azından bilerek) yok olmak istiyorum... Hazır yokken, yok olmak istiyorum...

Bir de twitter-Fenerbahçe yazmışım. Buradan twitterda yaptığım Fenerbahçe ile ilgili yorumlar için herkesten özür diliyorum. Her aklıma geleni oradan paylaşmak benlik bir şey olmasa da bazı takipçilerimin ve takip ettiklerimin samimiyetine çok inandığım için olabildiğince açık oluyorum orada... Gerçekte o kadar dışavurumcu bir insan olmadığımı bilirsiniz... Rahatsızlık için kusura bakmayın...

Annneeeeeeeeee bittiiiiiiiiiii!!!

Kendinize iyi bakın!!!

19 Ağustos 2012

Geceleyin Bir İhtiyar...


Son yazıda yazmışım yine, benim yazmamın hiçbir ehemmiyeti yok diye... 1 ay 1 hafta geçmiş son yazının üzerinden. Zaten son yazı da hiç reaksiyon almamış... Yenilen pehlivan güreşe doymazmış. Zaten Beckett ne demiş? Hepiniz biliyorsunuz...
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yaşanmamış(belki de yaşanmıştır, bilemezsiniz) bir hikaye ile devam edelim yazılarımıza...
İki insan... Konuşuyorlar... İnsanları tanıtmanın alemi yok. Çünkü tanıyamazsınız. Ben ne kadar tanıyorum ki size anlatıyım? Onlar birbirlerini ne kadar tanıyorlar ki? Sen, kendini ne kadar tanıyorsun ki?(Kim ki bu hikayenin kahramanları? Ben mi, sen mi?) Hem tanırsanız sevmezsiniz ki, ne demiş Bukowski? Bunu da biliyorsunuz...

- Beğenmesen de seveceksin yani...
- Seversen, beğenirsin...
- Beğenirsen, sever misin?
- Sevmiyorsan, sadece beğenebilirsin... En fazla...
- Nedir farkı?
- Seversen, oraya kadar gidersin. Beğenirsen şuraya bile gitmezsin...
- Yemekten bahsediyoruz değil mi?
- Farketmez...
- Peki seviliyorsan?
- Beğenirsin...
- Beğeniliyorsan...
- Sevinirsin...
- Ne zaman seversin?
- Geceleyin...
- Öyle değil yahu... Sevdiğini ne zaman anlarsın?
- Geceleyin... (Gülüyor...) :))
- İnsan kimi sever? Nasıl anlar?
- Yaşamayı, paylaşmayı sevdiğini sever.
- Farkı nedir beğenmekten?
- Yaşatılanı sevmemesidir. Kendi yaşadığını sevmesidir...
- Ah be dede her şeye cevabın var... Sen çok mu sevdin?
- Çok sevdim...
- Kaç kişiyi sevdin mesela?
- Çok kişi demedim, çok sevdim dedim...

Susuyorlar... Kalkıyorlar masadan... Ellerinde şarap şişesi... Genç adam bir türkü söylemeye başlıyor. Sanırım kafası güzel oldu. Dede, hiç kesmiyor genci... Dinliyor... Genç adam türkünün bir yerinde, sözleri bitirip ağzından melodiyi çalmaya başlarken dede iki mısra okuyor biraz alçak sesle...

- Sakladığın kendini böldün iki yarım'a;
İki kez yaralandın bir yarım yara için...
- Efendim?
- Sen devam et...
- Bişey dedin...
- Ben demedim, Özdemir Asaf demiş...
- Ne demiş?
- Sevdim demiş, çok sevdim...

Kendini iki yarıma bölmekse ve o yarımın yarasıyla iki kere yaralanmaksa sevgi; geceler sevginin sonsuz bekçisi...

- Hala seviyor musun?
- Şarap içiyorum görmüyor musun? Gece, deniz kenarında şarap içen herkes seviyordur...
- Ben de mi seviyorum?
- Benimle şarap içen herkes seviyordur...

Benimle, geceleyin, sahilde içki içecek sevdalılar varsa, hemen ulaşsınlar... Şarap şart değil... Hoşçakalın...

10 Temmuz 2012

Dinle

Te ne zamandır yazı yazmıyorum ve bir allahın kulu çıkıp da neden yazmıyorsun demedi. Demek ki haklıymışım... Ben var olabilen bir insan değilmişim. Kendimi en iyi burada var ettiğimi sanıyordum ama onun da hükmü yokmuş diğer bünyelerde...

Bu arada mezun oldum ben... Neyse...

Şimdi bir yola çıkılacak ve bir tatil yapılacak. 1-2 gün sonra gerçekleşecek bu hadiseler. O yüzden bu yazı...

Şimdi bu şehir terkedilecek. Işıklar bir bir sönerken. Gece vakti. Kim uyudu? kim uyuyamadı? diye düşüneceğim ben. Uyuyamayanlar yalnız kalmasın diye uyumayacağım. Uyuyanlar, nasıl uyurlar merak edeceğim...

Yola çıkıcam. Yanıma tüm sevdiklerimi alıp... Kelimelerimi, cümlelerimi... Ve birilerini, birini...

Çok fazla alacağım yanıma. Feribotta kaçak sigara içeceğim onunla... Mola yerinde ayran içeceğim. İlk gün denize onunla gireceğim... Gün batımını izleyeceğim kayalıklardan ona yaslanarak... Fotoğrafını çekeceğiz beraber. Karanlığı karşılayacağım onunla. Ay ışığının denize vurmasına bakacağız, sanki olağanüstü bir şeymiş gibi. Yıldızlara bakarak, bira içeceğim. Bir türkü söyleyeceğiz geceye... Uyanmak için...

Hepsini bilecek... Görecek... Hissedecek... Ama vakti olursa... Ama hayat kalırsa... Hayat, onu rahat bırakırsa...

Peki bildiğini, gördüğünü, hissettiğini paylaşacak mı? Belki evet, belki hayır. Belki güven, belki korku. Belki inanç, belki takıntı...

Yollar uzayacak... Her ilerlemede uzaklaşacağını sanacak. Oysa o hiç uzaklaşamayacak... Maalesef...

İster mi? istemez. Dener mi? kesinlikle... Ama o, olduğunu sandığı yerde mi? Hayır... Uyuyor ve kendini uzak sanıyor ya... Daha uyumadı, beni dinliyor...

Ve şunu unutmayacak(yani umarım): ”Yara almamışsa bir mutluluk, hiçbir darbeye karşı koyamaz.” Lucius Seneca - De Finibus

İyi geceler...
İyi yolculuklar...

Çok saçma yazı oldu... İçten bu geldi... Daha iyisini de yazabilirim. Ama daha sonra...

18 Haziran 2012

Bir kemik aynı yerden iki defa kırılmaz...

unutma!
yüreğinde bir ismin imzası var.. 
ve sen onu silemezsin.. 

söküp atamazsın ne kadar uğraşsan da..
seninle beraber büyür içindeki sızı..
ilk önce onu hissedersin..
başkasına dokunduğunda...

unutma!
bir kere sevdin mi..
uzun uzun yanarsın..
sitemler, öfkeler birikirken içinde..
sen azalırsın..
dilinde küfür, elinde kadeh eksik olmaz..
günler böyle geçer, alışırsın...

unutma!
sabahlar artık gecikir..
ister sağa dön ister sola..
gözüne uyku değil, gidenin hayali gelir...
kendini şiirlere verirsin..
elin sigaraya gider, her on dakikada bir..
fena zehirlenirsin...

unutma!
bir süre güvenmeyeceksin kimseye..
kendine sığınacaksın..
aşk konuşulduğunda sen susacaksın..
of'larla ah'larla başlayacaksın her cümleye..
çevrende senden başka herkes haksız olacak..
senin haklılığınsa çaresiz gidecek çöpe..

unutma!
bir gün kaldığın yerden başlayacaksın..
biri seni bulacak..
önce korkacaksın eski acılara yakalanmaktan..
biraz ürkeceksin..
ne kadar dirensen de nafile..
insansın sonuçta, seveceksin..

eski acılara bakıp da küsme sevdalara..
gavura kızıp da oruç bozulmaz..
sök at kafandan acaba'ları!
bir kemik aynı yerden..
iki defa kırılmaz..

artık kararmaz gecelerin..
bir daha yaşlar akmaz gözünden..
sabahların gecikmez..
kimbilir ağladığın günlere gülersin..
bir defa öldün ya zamanında..
bir daha ölmezsin...

kimin olduğunu bilmiyoruz, Can Yücel değilmiş...

03 Haziran 2012

Pis Moruğun Notları


daha iyi ve adil bir düzen özleminin aslında çürümeden ve başarısızlık duygusundan kaynaklandığının farkında mısın?

evet, efendim.

baban kötü bir insan mıydı?

bilmiyorum, efendim.

ne demek bilmiyorum?

yani kıyaslamak güç, efendim. sadece bir babam oldu.

benimle kafa mı buluyorsun, Stirkoff.

hayır, efendim: dediğiniz gibi, adalet yoktur.

baban seni döver miydi?

sıra ile döverlerdi, efendim.

hani bir baban vardı?

herkesin bir babası vardır, efendim. ben annemi kastetmiştim. o da kendi payına döverdi.

seni sever miydi?

kendinin bir uzantısı olarak, evet.

sevgi başka nedir ki?

iyi bir şeye değer verecek kadar sağduyulu olmaktır. kan bağı gerekmez. kırmızı bir deniz topu ya da üzerine tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek de sevilebilir.

tereyağlı kızarmış ekmeğe AŞIK olabileceğini mi söylüyorsun, Stirkoff?

her zaman değil, efendim. bazı sabahlarda, güneş ışınları belli bir açıdan gelirken belki. aşk habersiz gelir gider.

bir insanı sevmek mümkün mü sence?

iyi tanımadığınız biri ise belki. ben insanları pencereden seyretmeyi severim.

sen bir korkaksın, Stirkoff.

kesinlikle, efendim.

nedir senin korkak tanımın?

bir aslanla silahsız dövüşmeden önce tereddüt eden kimse.

peki cesur kime denir?

aslanın ne olduğunu bilmeyene.

herkes bilir aslanın ne olduğunu.

herkes aslanın ne olduğunu bildiğini sanır, efendim.

budala tanımın nedir?

zaman ve kan ziyan edildiğinin farkında olmayan kimse.

bilge diye kime denir o zaman?

bilge insan yoktur, efendim.

öyleyse budala da yoktur. gece olmazsa gündüz olmaz. siyah olmazsa beyaz olmaz.

özür dilerim, efendim. ben her şeyin neyse o olduğu kanısındayım. başka şeylere bağımlı olmaksızın.

o dar ağızlı vazolara fazla girip çıkmışsın sen, Stirkoff. her şeyin zaten olması gerektiği gibi 
olduğunu anlamıyor musun? yanlış diye bir şey yoktur.

anlıyorum, efendim. olan olmuştur.


kelleni vurdursam ne dersin?

bir şey diyemem, efendim.

demek istediğim şu: kelleni vurdursam ben İRADE sense HİÇ olursun.

başka bir şey olurdum, efendim.

benim SEÇİMİM doğrultusunda.

ikimizin de, efendim.

rahat et! rahat et! uzat ayaklarını.


çok lütufkarsınız, efendim.

hayır, ikimiz de lütufkarız.

elbette, efendim.


demek delirdiğini hissediyorsun, Stirkoff? peki delirdiğini hissettiğin zaman ne yaparsın?

şiir yazarım.

şiir delilik midir?

şiir olmayan her şey deliliktir.

yani.

çirkinlik deliliktir.

çirkin nedir?

kişiye göre değişir.

delilik gerekli midir?

vardır.

gerekli midir?

bilmiyorum, efendim.

çok şey biliyormuş havalarındasın, Stirkoff. bilgi nedir?

mümkün olduğunca az şey bilmektir

ne demek o?

bilmiyorum, efendim?

bir köprü inşa edebilir misin?

hayır.

silah üretebilir misin?

hayır.

ikisi de bilgi ürünüdür.

köprü köprüdür. silah da silah.

kelleni vurduracağım, Stirkoff.

sağolun, efendim.

niye?

beni motive ettiğiniz için. motivasyon sıkıntısı çekiyorum, efendim.

ben ADALET'im.

belki.

Ben ÜSTÜN'üm. işkenceye yatıracağım seni. çığlıklar atacaksın. ölümünü dileneceksin.

şüphesiz efendim.

ben senin efendinim, anlamıyor musun?

beni yönetebilirsiniz. ama yapacağınız şeyler yapılabilir şeyler olmaktan öteye gitmeyecektir.

zekice konuşuyorsun ama işkence altında bu kadar zeki olamayacaksın.

sanmıyorum, efendim.

bana bak. Darius Milhaud, Vaughn Williams dinlemek de ne oluyor? Beatles'ı duymadın mı?

onları herkes bilir, efendim.
onları sevmez misin?

onlardan nefret etmem.

nefret ettiğin bir şarkıcı var mı?

şarkıcılardan nefret edilmez.

şarkı söylemeye çalışan birinden?

Frank Sinatra.

neden?

hasta bir toplumun hastalığının depreşmesine neden olduğu için.

gazete okur musun?

sadece bir gazete.

hangisi?

AÇIK KENT.

GARDİYAN! BU ADAMI İŞKENCE ODASINA GÖTÜRÜN. HEMEN İŞKENCEYE BAŞLAYIN!

efendim, son bir istekte bulunabilir miyim?

evet.

vazomu yanıma alabilir miyim?

hayır, bana lazım.


efendim?

el koyuyorum. zapta geçsin. gardiyan bu sersemi derhal götür! ve bana biraz şey getir…

ne, efendim?

altı yumurta ile yarım kilo kıyma.

gardiyan mahkümu dışarı çıkarır. kral öne eğilip düğmeye basar. Vaughn Williams çalmaya başlar 
teypte. bitli bir köpek güneşin altında titreşen harikulade bir limon ağacına işerken dünya dönmeye 
devam eder.


Charles Bukowski, pis moruğun notları'ndan, Çeviri: Avi Pardo

20 Mayıs 2012

Rüya

Yuh! Saat 13.42 olmuş... Neden bu kadar uyudum ki? Normal bir saatte de yatmıştım üstelik. Şaşırtıcı. Belki de uykumda bayılmışımdır yine. Belki de rüyalarım güzeldi. Rüyalarım? Neydi ki? Peki uyanır uyanmaz yazmam nedendi?

Giyindim. Sıktım deodoranı(evet deodorant değil deodorandır doğrusu), parfümü. Sağ cebim delik. Oraya koyamam bozuk paraları. Sol cebe... Sigaranın yanına koydum. Sağ cebime telefonu attım. Cüzdana da arka ceplerden birini tahsis ettim.

Kapıyı çektim. 3 kere kilitledim. Annemin tembihi. Eve daha önce hırsız girdiği için, evin kapısını, evin içindeyken bile kilitliyoruz. Neyse. Kilitledim. Çok kalabalık anahtarımı koyacak yerim kalmamıştı. Benim anahtarım cidden çok kalabalıktır. 3-4 tane anahtarlık, 2 tane market indirim kartı, 1 tane de kapak açacağı mevcut. Haliyle sığmıyor öyle çok yere. Peki neden o kadar kalabalık? Anahtarlıklar hediyeydi. Hepsi aynı kişinin hediyesiydi :) Anısı vardı yani. Açacak çok lazımdı. E market kartları da indirim açısından faideliydi... Nasıl o kadar kalabalık olmasın ki?

Anahtar elimde kaldı. Öyle yürüdüm. Hava iyi mi kötü mü anlaşılmıyordu. Sıcaktı ama bulutlar çoktu, güneş yoktu. Yine de yürümeye elverişli bir ortam vardı. Bir gün önceki deli yağmura üzerimdeki kısa kollu t-shirtle yakalanmamdan ve o yağmuru yarım saat boyunca yemek durumumda kalmamdan dolayı; böyle havalar bana işlemezdi. Hayatımda 2. kere bu kadar çok ıslanmıştım. Diğeri de bilmemkaç sene evvel, otobüs beklerkendi. Ama ne otobüstü o? Gelememişti. O zaman aktarma mı yoktu acaba? Niye bekledik ki o kadar? Belki de beklemek güzeldi, ne bileyim. Hatırlamıyorum. Çok ıslanmıştık ve saatlerce sürmüştü, sadece bu.

Nereye gideceğini bilmeden yürümekti bugün görevim. Bu görevi çok seviyordum. Bazen kendimi bulduğum yerlere kendim şaşırıyordum. Ataköy 5. kısımın sahile bakan banklarında ya da Osmaniye'deki eğitim ve araştırma hastanesi biriminde ne işim olabilirdi ki? Bakalım bugün nerede bulacaktım kendimi?

Yürüdüm...

Yok ya burası tanıdık. Ben buraya daha önce geldim... Çok defalarca geldim... Ama şimdi neden gelmiştim?Kesin bir şeye ihtiyacım vardı... Neydi acaba? Unuttum... Burası... Yalnızdım... Upuzun binaların arasında kalmıştım. Dönmeliydim. Dönemedim. Kaldırıma oturdum. Ne çok köpek gezdiren var burada böyle! Yakaladığımı sevdim... Bu binalar yıkılırsa, sadece buradakiler ölmez; domino etkisiyle Düzce'ye kadar can alır bu binalar diye düşündüm.

Berk! Aaa biri bana seslendi. Kimdin ya sen? Heh hatırladım. İlkokul arkadaşım...

-Merhaba, naber?
-İyiyim sen?
-İyi ben de. Napıyorsun buralarda?
-Duruyorum.
-O ne be öyle?
-Yürüdüm işte öyle, bir şey yapmıyorum.
-Buralarda mı oturuyorsun ki sen?
-Hee kaldırımda oturuyorum işte.
-....(kem küm)
-Yok ya şaka tamam. Yok işte yürüdüm, gelmişim buraya kadar.
-İyi misin sen?
-İyiyim.
-Kime geldin, neye geldin?
-Napacaksın ya, bulup getirecek misin?
-Düzgün bir şey sorduk, ne bu haller? ben kaçtım.
-Ya El... Pardon.. Nereye?
-Sana ne? Napacaksın?
-Hee dimi?
-Sana bir şey diyim mi?
-Ne istersen...
-Beklediğin gelmeyecek...
-Ben bir şey beklemiyorum...
-Bekliyorsun...
-Hayır, beklesem niye geleyim? Yerimde dururum...
-Peki burada niye duruyorsun?
-Yoruldum...
-Daha çooook yorulursun...
-İşim yok, zamanım çok. yorulabilirim...
-Gelmeyecek...
-......(mırın kırın)
-Anlatmak ister misin?
-Neden?
-Rahatlarsın...
-Bugüne kadar hiç anlatıp da rahatlamadım. Daha fazla rahatsız oldum sadece...
-İyi, ben gidiyorum...
-Ben de...
-Gelmek ister misin bize?
-Olur...

Gittim...

Bir süre sonra oradan ayrılmaya karar verdim... Gerek yoktu daha fazlasına...

Bu sefer minibüse bindim. Kaybolmaya niyetim yoktu. Eve dönmeliydim. Sebebini bilmiyordum bu gerekliliğin ama böyle olmalıydı.

Bizim bakkala geldim... 3 tane Bomonti'yi aldım herzamanki gibi. 3.35'ten 10 liraya bağlıyordum. Hem ben kazanıyordum hem bakkal. Eve geldim... Hala yalnızdım...

Bugün ne olmuştu? Hiç... Peki ben neler yaşamıştım, hissetmiştim öyle? Ne de çok yorulmuştum, dururken...

Yalnızlık, gerçekten de bir yalnız kalma hali olarak belirse tamamdı ama içinden başka bir benlik kendi yalnızlığıma musallat olunca ortalık karıştı. Benim hiç niyetim yokken, içim beni o yere sürükledi... O çok delikanlı içim var ya içim, oraya gittikten sonra bir pısırığa dönüştü ve ben geri dönerken gıkını bile çıkaramadı... Ben böyle için...

İçim bile işe yaramadı, dışım ne yapabilirdi? Kalp beceremedi, dil ne söyleyecekti? Beyin söz geçiremedi, gözler neyi anlatacaktı?

Uuuuu saat 18.17... Ne çok uyumuşum... Bayıldım mı acaba yine?

Güzel bir rüya mı gördüm de uyanamadım? Hatırlamıyorum ki!

Haydaaa! Bu kağıt ne? Kim yazdı ki bunları?

Yüzümü yıkadım. Cebi delik pantolonumu giydim. Anahtarlıklar elimdeydi ve batıyordu.

3 tane Bomonti aldım... Kaldırımdaydım... Gelmeyecekti... Ama zaten beklemiyordum ki... Bu bir rüyaydı... Hepsi bir rüyaydı... Ben yoktum ve bu binalar boştu...

Uuuu saat 23.37... Ne çok uyumuşum. Peki bu yazı kimindi? Hepsi bir rüyaydı... Hatırlamıyordum ki...

Saat 04.01... Bu yazı bitti...

Bu şarkı bitmedi... Sail... Koyalım...






18 Mayıs 2012

Subliminal Banka

Facebook subliminal mesajlar veriyormuş. Facebook giriş sayfasındaki noktaları birleştirince SEX diye bir şey çıkıyormuş ortaya. Sonra birsürü öyle şey varmış işte site kullanıcıları için. Beyne sürekli bir sex pompalamasyonu oluyormuş. Neden Facebook'u en çok kullanan ülkelerden biri olduğumuzu(Dünya'da 6., Avrupa'da 1.'yiz) da anlamış olduk. İlkokul arkadaşı bahane, dekolteler şahane!...

Sonra Avrupa'da insanlar daha bıdı bıdı diyormuşuz. Buradakiler çok gericiymiş ya da açmış falan... E ne olacağımış? O kadar çok şey görüyormuş ki, istiyormuş hiçbir zaman kavuşamayacağı o şeyi. Facebook'un yarattığı toplumsal kötü vakaları geçelim, yani geçen gazetede okudum 16 dakikada tanıştı, 1 saatte sevişti, 3 saat sonra öldürdü gibi bir haber. Onu geçelim... İnsana dair diğer olumsuz vakalarda, böyle sosyal ağların pompaladığı dürtülerin yeri de çokmuş...

Facebook'un CIO'su Zückerberg çok acayip zenginmiş ama mütevazi bir hayat yaşıyormuş. Hayır yani nereye yatıracakmış ki parayı? Ye, iç, gez, toz bitmeyecek bir para...

Yine de Facebook'un kaynak ihtiyacı doğmuş. Halka açılıyormuş. Halka açılan her şirket gibi aslında yaptıkları halka yazılmakmış. Facebook, sex, açılmak... Çok subliminal...

Yok ya Facebook düşmanı falan değilim, hiç de umrumda değilmiş. Gerçeklerin peşindeymişim. Bu sebeple çok gerçekçi ama gerçek olmayan Oğullar ve Rencide Ruhlar kitabının hastası olmuşum.

Gerçek derken; geçen bir konferansa katılmışım. Uuuu konferans? Ama evet. Ben okula derse diye gittim, konferans varmış. Dalmışım içeri... Bankacı bir keltoş gelip bişeyler anlatmış. Ben ilk cümlesi zenginden alıp fakire veriyoruz diyen bir bankacıyı dinlememişim haliyle. Kızları kesmişim. Onu da yakalanınca farketmişim. Hayırdır şeklinde mimikler yapmış. Ben de utanmışım...

Adamın anlatması bitince sorular sorulmuş. Dinlemişim onları. Çocuk siz insanlara hayal satıyorsunuz demiş. Sonra da ödeyemiyorlar bilmemne diye dert yanıyorsunuz burada demiş. Adam da kem küm etmiş. Sonra da Türk'üz biz muhabbetine girmiş. Alırmışız, ödemezmişiz.

Yok Türkler bankalara çok güvenmezmiş. Avrupa'da insanların %98'i bankalarda hesap sahibiymiş. Bizde 40-45 civarımıymış neymiş. Bunun sebebplerini Türk'üz işte biz diye açıklayan adam da hakikaten tam Türk'müş...

Haa bu arada Dünya'da cep telefonu değiştirme hızı sıralamasında da Kanada'dan sonra ikinciymişiz. Kaç milyon fakir, kaç milyon işsiz şeyimizde değilmiş. İlle de cebimizmiş, ille de telefonumuzmuş, ille de facebookumuzmuş, ille de twitterımızmış...

Dünya'da sevgili değiştirme hızı sıralamasında kaçıncıyız lan acaba? Hele sevgiliden ayrılıp, diğer sevgiliyi bulana kadar geçen sürede seviştiğimiz insan sayısını değiştirme hızında bence en birinciyiz. Kimse elimize su dökemez. Çünkü kızlarımız hassas, erkeklerimiz de çapkınmış... Ayhhh canlarım ya. Yazık bize çok mağdurmuşuz. Her şeye de bi açıklamamız varmış...

Barlarda, sokaklarda gözüyle s..tiği insan sayısını değiştirme hızında uzayın öncüsüyüzdür bir de... Sonra o s..tiğimiz biriyle gerçekten sevişmeye ikna edebilme hızımız da fena değil artık... Nedeni bir önceki paragraf...

Şimdi okuyucular! Subliminal falan değil, direkt verdik mesajı. Hadi eyvallah...

Selin! İğrenç bir yazı oldu farkındayım... Affedivercekmişsin...

06 Mayıs 2012

Oda

Aylar süren bekleyişten sonra odamın boya badana işlemi tamamlandı. Gerek girişimci ruh eksikliği, gerek maddi durumlar, gerek de "yaz gelsin hele" söylemi nedeniyle birkaç ay boyunca iğrenç bir odaya hapsolmuştum. Şimdi çok mutluyum...

Odanın iğrençleşme sürecini kendi ellerimle başlattım. Çok zaman önceydi. Odanın renginden çok şikayetçiydim. Birgün gittim bir boya aldım ve vurdum fırçayı. Odayı bordo yaptım. Bok gibi oldu. Hem fırça izleri hem tavanı boyamalar hem de yere boya dökmelerle rezil bir hale büründürdüm odayı.

Bir de karanlık oldu açıkçası. Yani akşam 1-2 saat erken geliyordu benim odama. Ne kitap okunuyordu, ne yazı yazılabiliyordu...

Nasıl kurtarabilirim diye düşündüm. Posterler alıp yapıştırmaya başladım. Çok fazla poster oldu. Sonra pano astım. Üstüne de beni mutlu edebilecek şeyler koydum. Duvarlara baktığımda mutlu olmalıyım diye düşündüm. Artık fena sayılmazdı. Badanası iğrençti ama bi şekilli duruyordu. Kısacası odama birini misafir ettiğimde, utanmıyordum.

Bir zaman sonra bu şekilli görünümü perçinleyeyim diye el izlerimi bırakayım duvara dedim. Felaketim oldu... Oda iyice çığrından çıktı. Sonra birkaç stiker yapıştırdım. Bunun anlamı odaya tecavüz etmemdi. Artık buraya bir misafir sokamazdım. Sadece odaya sokabileceğim misafirlerimi sokmadım. Hayatıma misafir ettiklerimin odaya girmesi konusunda ise tabii ki edilgendim. Onların benden farkı yoktu. Bu oda benim olduğum kadar onlarındı.

Baktım ki oda boka sardı. Söktüm posterleri, kaldırdım panoları. Posterleri attım. Panonun üzerindekileri bir kutuya koydum. Dedim ki boyacı çağırın şu odayı adam etsin. Ben yaşayamıyorum.

"Hee tamam" dediler. İlk paragrafta yazdım...

Sadece odama misafir edebileceğim bir insanı, hayatıma misafir ettiğimi sandığım durumlar da oldu. "Burada nasıl yaşıyorsun?" diye sordu. "Ben burada yaşamıyorum ki, ölüyorum." dedim. Çok etkileneceğini sandım. "Bırak ya" dedi. Bıraktım...

Ve nihayet odam boyandı. Yatağımın pozisyonu değişti. Mobilyalar kondu. Bence güzel oldu. Şimdi odama herkesi misafir edebilirim. Ama hayatıma misafir olmuşları ağırlamak daha çok hoşuma gider...

Bu yazı, bu odadan yazılan ilk yazı... Artık ben burada yaşıyorum diyebileceğim bir odam var. Kitap okuyabileceğim... Ama pano koysam mı lan yine? Belki şekilli olur...

- "Yooo Berk yooo, henüz değil!"
- "Bırak ya!"

Bıraktı...

03 Mayıs 2012

Dur!

Korkuyorsun
Sevilmememekten...
"Yalnız bırakılmak"tan...

Korkuyorsun
Sevmemekten...
"Yalnız kalmak"tan...

Yani sen,
Sevginin, sana ait olan "sevgi"nin,
Ne olduğuna bakmıyorsun,
Çünkü korkuyorsun...

Yani sen,
Seni yalnız koymayacak türden
"Sevgi"nin peşinden
Koşuyorsun...

"Sevgin"in değil, ortadaki "sevgi"nin
Yani sen, yalanın peşinden...
Yani sen, sana ait olmayanın ardından...
Yani sen, sırf mutlu olmak uğruna...
Sırf yalnız kalmamak adına...
Sırf kendini iyi hissetmek için
Kendi hissetmediklerinle beraber
Koşuyorsun...

Korkunca, uzaklaşmak için koşar insan.
Sen kendinden uzaklaşıyorsun...
Koşuyorsun...

Koştukça daha çok yol katettiğini sanıyorsun
Daha fazla hata yapmayı umursamıyorsun
Sağında, solunda neler vardı görmüyorsun
Kaçırdıklarını farkedemiyorsun...

Sen!
Bir dur! Bak!
Sağına soluna değil...
Kendine...
Bak bakalım nesin? Kimsin? Nerdesin? Kimlesin?
Ve neyin peşinden gidiyorsun bu kadar sevinçle?

Sen!
Kaybetme kendini...
Korkma yalnızlıktan...
Uzaklaşma sol yanından...
Koşma...

Sen!
Senin derdin bitmez...
Sen bitersin...
Belki de bitmişsin...
Bitirmeye bile başlamışsın etrafındakileri...

Sen!
Durmadın!
Kalabalıklar içinde,
Yalnızlığının farkında bile olmadın...
Şüpheye düştüğünde,
Sana uzanan elin kimin eli olduğuna bile bakmadın.

Sen!
O eli de 
Kendisinden uzaklaştırdın...

Sen!
Koş!
Kork!
Uzaklaş!

Bir gün durduğunda!
Çok uzaklaşmış olduğunda!
Yanındakilere bak...
Kendine bak...
Korkunun bedeli işte...
Hala düşünebiliyorsan...
Hala kendine ulaşabiliyorsan...

Sen!
İyi geceler sana...


=) Ben bu yazdığım şeyleri buldukça kendime olan nefretimi katlayarak arttırıyorum. Bunu bir Cuma gecesi yazmışım. Nerede yazdığımı hatırlamıyorum. Ben içince mala bağlıyosam demek ki... Neyse. Bu saçmalıkları yırtıp attığım için, buraya koyuyorum. Bakıp eğlenirim diye... Kusura bakmayın okuyucular... Varsanız tabii... Selin var galiba ama. Son yazı yine facebook beğen tuşuna mahzar olmuş. Selindir diyip geçiyorum artık :)

Hadi görüşürüz...

Bir şarkı ekleyelim de bu post bir anlam kazansın :) Akustik iyidir, izleyiniz...