Biliyorum ki okumak çok zor gelecek zira bir hayli uzun. Fakat ben kırparak ancak bu hale getirebildim. Bence tamamını okuyun internette. Hee bu çocuğun ruh hali nasılmış diye soran varsa ki niye soruyorsunuz bilemem, onlar bu kırptığım yerleri okuyabilir... Hoşçakalın...
kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada
anılar bulacaksam- anılar mi dediniz ? ne sesli bir vuruşma
odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar
rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar
bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru
bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar
sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler
zorlanmış bir gülüşten-iğrenip birden-kusmalar, bulantılar
bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar
ölüler bulacaksam-ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa
vurmalar
ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün
ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu
konuda
ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık birşey insanın
sonsuzunda
bu kadarcık bir şey-iyi ya, peki, şimdi kim var sırada
sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
ne güzel ellerimizle.. başlayın, hadi başlasanıza
ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
hiçbir şey ! kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek korkuyorum
bir yaşlı kadın en erkek boyutunda
kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız
kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere
bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda
vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta
ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha
üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu
hiç bilmiyoruz
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı
böylece, niye olmasın, işte bir orman daha
sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz
ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda
ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız
kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız
yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız
ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla
tam öyle gibi.. demeyin: eh, biraz yorulsak da
demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda
biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz
bilmiyoruz ya
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
ıı.
ben mutsuz kişiyim, size yüzümü getirdim bu anlamda
nasıl seğirttim işte, kızmayın işte, dün o hekim dedi ki
dönünce birden yüzüme, yüzümün bu en yitik çağına
dedi ki: siz niye yoksunuz acaba
bilmem ki – doğrusu bilmiyorum – niye yokmuşum ben
sahi ben niye yokmuşum – öyle ya – elbette sordum ona
dedim ki – ne desem beğenirsiniz – iri bir top çekiyor gibi bilardo masasından
dedim ki, falan filan..
örneğin ölüversem şu daralmış yüreği kullanaraktan
ölüversem şuracıkta
bakınca herkes orama burama
derler mi bir ağızdan: bu ölen de kim
hey tanrım! ölen de kim, yani kim yaşamış kendi adına.
yani kim yaşamış kendi adına
vardır ya, hani hep görürsünüz, berber dükkânlarında
tam önünde kapının, beyazla kırmızı bir şey döner
döner de döner öyle; hani bir simge, bir şey
hani ne başlar ne biter
hani ne vardır ne yoktur
tanrısal bir harekettir din adamlarınca
bana sorarsanız büsbütün hareketsizlik
çıldırtır insanı, zorlanmaya görsün insan bakmaya
hem sonra şaşarım buna, niye olmalı insansak bu akıntıda
herkes gibi bir şey niye olmalı
bakınca işte şurdan şuraya
masalar, masada yazı makinaları
derim ki, niye olmalı
bu yenilgin elleri, düzensiz, ak kâğıtları
sürüngen parmakları
çağrısız yüzleriyle önce ve ıssız
hayata bir şey demeyen bu garip adamları
bu cami önlerini, bu mühür kazıcılarını
mühürlere yazılmış loş, kuytu, serin
yıllarca unutulmayan o kadın adlarını
ve duvar diplerini, kararmış, dik yakaları
bilmem ki niye
yani masalar işte, masada yazı makinaları
istemem, niye olmalı
evleri, evlerde kalmaların umutsuz şarkıları
devingen çocukları, kırılgan bardakları, kirli – mor balkonları
bakımsız avluları
avlular.. ve uzun ve esmer domino oyuncuları
sonra gene upuzun kahveye çıkmaları
öyle hep çıkmaları, güneşli, düz sokaklardan
bitmeyen bir zamandan devşirmek yaşlılığı
kadınsa – nasıl artık – seğirtken bir ürperişle
yeniden bir erkekle.. ama hiç ummadığı
öyle ya ummadığı, çünkü korkmakla bundan
nemli bir vücut gibi düşürüp yalnızlığı
ki sevinsin diyerek çardaklı kahvelerde
yaş masalar üstünde onların anlamadığı
derim ki, niye olmalı
niye olmalı bilmem
şöyle bir yol kenarında yerini sektirmeden
ölümsüz bir şey gibi sevimsiz dilenci suratları
ve akşamüstlerini, kıvrılan dudakları
değişmez bakışları
bir hüzün gibi değil, doğrusu değil
hüzünden daha fazla, ölümsüz duyguları
derim ki, niye olmalı
şu oynak bacakları, yıkanmış köpekleriyle yan yana
kadife ayakları
bir sarı yol üzerinde neşesiz kadınlarla
hep aynı çizgiyi peyleyen o yorgun çocukları
herkes gibi bir şey niye olmalı
varken kendini bulmak, bulmalı
hem nasıl bulmalı ki, çılgınca uzaklaşan
sizlere gelmek için, geçerek bir ot kokusundan
atlayıp bir çiti birden, okşayıp bir kediyi
ah nasıl istediğim, sizlere gelmeli belki
sizlere, sizlere gelmeli bitirmiş gibi bir şiiri
öyle ki, kalmadan artık yapacak bir şey kalmadan
üstelik – bilmiyorum ya – biliyormuş gibi en azından
ben sizin hangi ülkenizde olduğumu o zaman
o zaman şimdi ne zaman, iyi bilerek
gelirim de sizlere, alınınca odaya
şöyle bir köşeye oturuncaya
kadarki o sıkıntıyı geçerek
başlarım konuşmaya
derken bir “hey!” çıkıyor çok kısık bir sesle ağzımdan
hey, sana söylüyorum, park bekçisi, serseri!
bir parça şarabım var altından
yaş desen kırkı bulmuş, ölümümden bir parça
yani bak kısa yoldan bir toplam
nasıl da çizgilendim, büsbütün aklaştı saçlarım
ve yorgun bir duman gibi savrulup çay ocaklarından
düzlere vursam düzlerden
dağlara vursam dağlardan
önce bir kendime doğru: kimsesiz, ince, sokulgan
sonra hep her şeye doğru, o denli hızlanaraktan
ve cansız, ve soluk kilise resimleri gibi
acılı, bungun, geçerim dalgınlığınızdan
öyleyse de bana, nasıl anlamam
tükenmiş sevgilerce mektuplarda bulunan
o “her şey” kelimesi gibi
anlamı bitmek olan
nasıl anlamam ben kendimi
işte hey park bekçisi serseri
bir parça şarabım var altından
çeksem diyorum kafayı, sen bari açma çeneni
açma ya, istiyorum, azıcık anlayıver beni
bilsen ki o enayi, hani cam tacirinin karısı
– hani ben memurdum yanlarında –
gelecektir birazdan. öff!. şimdiden ne sıkıntı ha
giyinmiş, sürünmüş, takınmıştır şirretliğini
geçecektir karşıma, bir beni süzecektir, bir elimdeki şişeyi
ama ne denir sanki, bilmez mi işte o da
her şeyi nasıl teptim, bilmez mi
oysa kaç kere yüz verdi, üstüme saldı gözlerini
baktı ki iş yok bende, üstelik aldırmıyorum
bir akşam yemeğinde, dostlarıyla beraber
eliyle dürterekten yanındaki erkeği
beni göstererekten: ha ha ha, hi hi hi..
gerçi sarhoştu biraz, bana ne onun sarhoşluğundan
sonra bilmem ki nasıl, öyle canlıydı ki elleri
durmadım, çıktım sokağa, sokaksa ne güzeldi
o cansız, o soluk kilise resimleri gibi
bir tanrı duruyordu, az ötelerde
mutluydum, niye mi? çünkü be yaratmıştım o tanrıyı, o şeyi
ah yaşasam diyorum, o günü bir daha yaşasam
ve hüzün... isterik bir kadın gibi üstüne çekse beni
bir bir gezindim de ben bütün mezarlıkları
zakkumları gördüm ve erguvanları
ölüler gördüm ölüler, bir avuç kemikle o sonsuz
onlar ki ne yaparlar, hiç bilmem – ben sevmem omuzlarımı
ayaklarımı da
takır da takır, takır da takır omuzlarımı
ayaklarımı
ayaklarımı, omuzlarımı
içimde yürürler doldurup uykularımı
dışımda yürürler, ki benden değiller gibi kaskatı
ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını
yaşarken olmadığını, sonra hiç olmadığını
ve nasıl isterim ki, açınca bağrımı birden
der gibi, diyerekten: ey lazar çık dışarı!
çık dışarı, çık dışarı!
oysa ne mezarlar konuşur, ne lazar çıkar dışarı
ne de bir ses olur ağzımda: kaygılı, titrek
göstermek için sizlere yaşıyor diye insanı
ne sanki bir böcek gibi olduğum yerde kurumak
süpürün kabuklarımı!
ne öyle balıklar gibi vurmak kıyıya
döndürmek için sulara bir balık boyu yaşamı
ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını
yaşarken olmadığını, belki hiç olmadığını
ya sonra nasıl işte, kuşkuyla soraraktan
insan, insan, insan! ben miyim, başkaları mı
ben miyim başkaları mı – yani bin köşeli, bin kıyılı
bir kavrayışla
istesek bir şey değil
istesek daha fazla
takır da takır, takır da takır omuzlarıyla
ayaklarıyla
nedir mi insan? – ya nedir sahi, biraz anlatsanıza!.
hadi anlatsanıza!
- elbette anlatırız, niye anlatmayalım
- insan mı dedik, ne dedik? haa, tamam, bize kalırsa..
- evet size kalırsa
- hiç canım, biraz oyalansanıza
ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
bilirim, böylece vakit olmalı
bir caddeyi kullanmalı az çok, bir göğü, bir kadeh siyah şarabı
denedim, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı
yerler var, boyunca sokaklar, geçince çok duvarları
o duvarlar ki hep öyle: akasya, erzurum, askerlik fotoğrafları
ya kâğıtlar – ne de çok – çok gözlü bir deniz hayvanı kâğıtlar..
nerde bir alaska var, nerde bir alaska yok, işte onları
nerde bir afrika’yı
afrika.. ve akılda tutulan yerleşik insan kokuları
diyorum kullanmalı
o durmuş saatleri, baş başa evrensiz kalmaları
şehvetli çarşıları; çarşılar.. yağ, balık, gül yazıları
kocaman evleri sanki, bir kocaman anahtarları
bulanık bir göz gibi – tam öyle gibi – çok kaygan odaları
odalarda yan yana, erinçli, hür yatmaları
diyorum kullanmalı
“nereye? – bilmem ki..” işte o adamları
eskimiş kanları az çok, bir filmin koptuğu yeri, resimsi bakışları
peygamber soylarını, o uysal ateşleri, hurma şaraplarını
ve kutsal kitapları
öyle ya, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı
bu ölümsüz kalmaları
yani bir sonsuza varmayı boyuna – biz ikimiz seninle
ama sen kimsin işte? bunu hiç sormamalı
bunu hiç sormamalı; bitmesin, sürsün diye
böylece, azıcık vakit olmalı
yani ben böyle istiyorum, bırakın böyle olsun
diyorum – pek uzaktan – sevgilim, boş geçirmeyelim mi geceyi
ben o senin omuzlarını düşündüm, bundandır, şimdi gözlerim beyaz
benim gözlerim beyaz – hem nasıl – bilmiyorum, ya seninkisi
ne dersin, hayır mı, boş geçirmeyelim mi geceyi
kapasak mı pencereyi acaba
geçiyor – anneniz mi – eskimiş yün kazaklarla
babanız – daha erken – gelmeyen babanızla
gelecek! – annenizdir – çoğalan gözleriyle kapıda
gelmiyor – babanızdır – bulunmuş eşyalar arasında
ağlıyor – annenizdir – yok canım, biraz oyalansanıza!
gibi oyalansanıza
girerekten mutfağa, soraraktan o kalaylı taslara
çünkü o baş dönmesi ya orda, ya yukarda tavan arasında
güveler, hep güveler, bir delik, bir delik daha
biraz oyalansanıza!
bir oyun başka olamaz oyundan gibi
bir söz başka olamaz bir sözden gibi
bir şey başka olamaz bir şeyden gibi
tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
ne gelir elimizden insan olmaktan başka
ne gelir elimizden insan olmaktan başka.
ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
Edip CANSEVER