28 Şubat 2013

Araf ve Aşk üzerine

Son dönemde izlediğim en travmatik ve en çarpıcı film Haneke'nin aşk filmiydi. Tüm film boyunca yaşanan çöküntü ve gerilimli sıkıntı ile öylesine özdeşleştik ki biz izleyiciler, Haneke dehşet bombasını patlattığında sinirlerimizin boşaldığını hissettik. Dehşet sonrası biz de bir rahatlama yaşadığımızı acı da olsa itiraf etmek gerek.

Araf'ta da benzer başarı seviyesini yakalamış olan 15-20 dakikalık bir bölüm bulunuyor. Tırmanan gerginlik ve stres sonrası dehşet verici bir bebek düşürme sahnesi! Ancak burada özdeşleşmeyi yaşayan seyirci kadınlarla sınırlanıyor, önceki gerginlik 15-20 dakika sürerken dehşet anı uzadıkça uzuyor. Haneke bize balyoz vururken Yeşim Ustaoğlu sağlam bir tokat patlatıyor.

Burada her ne kadar seyirci-karakter özdeşleşmesini Hollywoodvari bir şekilde kutsamış gibi görünsem de, yabancılaştırma efektine ilişkin tartışmada derinleşmediğimi bilerek bu hususta fazla yorum yapmaktan imtina ediyorum. Ancak yabancılaşma efekti yöntemlerden biri olup toplumsal gerçekçi sanatın/sinemanın/tiyatronun tek yolu olmadığını düşünmek yanlış olmaz sanıyorum.

Araf'ın karakterleri hem toplumun lümpen ve yoksul kesiminden, hem de oldukça "gerçek" karakterler.

Gerçekle bağdaşmayan bir nokta, Mahur'un çok az konuşması. Bu onu neredeyse kötü çizilmiş bir hayalete dönüştürüyor. Ancak karakterin hareketi ve yaşayışı gerçekçi ayrıntılarla çizilmiş.

Film hakkında Kültür Mafyası (1. Sayı) da okuduğum ve not ettiğim yorum; karakterlerin kaderlerini belireyenin aslında kendi seçimleri olduğu ve hiçbirinin kaderine boyun eğmediği, değiştirdikleri, şeklindedir.
*Bu yazı 13.10.2012 tarihinde yazılmış olup blogda ölümsüzleşmesi amacıyla eklenmiştir.


Hiç yorum yok: