29 Ocak 2012

Yalandan...

Ben bu blogun olayı ne anlamadım. Bir işe yaramadığı açık da; bazı yazıların 3 kişi tarafından, bazılarının 20 küsür kişi tarafından okunmuş olması durumunu hiç anlamadım. Ben zaten tahmin ediyorum ki 2-3 kişi mail yoluyla haberdar oluyor yeni yazılardan, onlar da mailden bakıyorlar. Haa yine saçmalamış diyip kapatıyorlar. Blogta sayfanın açılma sayısını da ben tek başıma oluşturuyorum. 3-4 kere giriyorum, bakıyorum belki yorum yapan olmuştur diye. E haliyle olmuyor. Tamam 3-4 normal bu sebeple. Ve fakat o 20'ler ne? Kim paylaşıyor? Kim nerden biliyor da giriyor bu bloga? 40 küsür kere okunmuş yazı var yahu!

Dur bak! Mesela:

Üç Şiir başlıklı yazı 23 kere açılmış. Katil 21. Gitmek İstersen 46. Oysa sadece bir video var o yazıda. Tuvalet Terliği 22. Karanlık 25. Ve sık dur Başlık Bulamadığım Bir Yazı başlıklı yazı 85!!! Lan? Neden ki? 85 kere benim açmamın imkanı yok ki. Daha eskilerde 50 küsürler 30 küsürler var. Şaşırtıcı. Ama eskiden daha çok okunuyomuşum. Demek ki mail yoluyla haberdar olanlar hiç iplemiyorlar artık. Blogun şekline bakmak için dahi girmiyorlar.

Neyse. Sonuç itibariyle okunsun diye açmadık blogu. Yazılsın diye açtık. Ama yani bu saçma istatistikler kafa karıştırıyor.

Bir de ben ciddi ciddi bir yazarım bence. Futbol bloguna yazıyorum, basketbol blogu kurdum maşallahı var. Takipçilerim oluştu falan. Mail adresimi alıp fikir telakkisinde bulunmak isteyenler çıktı o derece. Ahkam kesiyorum çat çat. Hayatım bu benim. Keserim ahkamımı, rahatlarım. Spahija'yı yerden yere vuruyorum yahu, daha ötesi var mı? Adam bana bir hücum seti anlatsa 3 gün uğraşmam gerek anlamam için ama ben nasıl sallıyorum. Basketbolu ben bulmuşum gibi...

Evet, hepsi eğlence. Asosyal eğlencesi...

Twitter da öyle mesela ama bir arkadaş ordan şaka yollu da olsa aşkitom yazmayaydı iyiydi. Hayır aşkitom zaten başlı başına itici bir tavır, üstüne neyin aşkitomu yani, sorarlar insana. Soruyorlar. İşin yoksa cevapla... Ne biliyim yahu yazmış işte. Sormadım neden diye ama öğrendim ki kafası güzelmiş. Muhtemelen hatırlamıyordur bile. Kafası güzel insana her şey mübah zaten. Arar, yazar, çalar, tecavüz eder, döver, söver... Ne diyim ki şimdi ben ona? Sen niye bana bu ne diye soruyorsun? Tamam yani kendi yaptıklarımızın hesabını verelim de herkesin her söylediğine açıklama getirmek zorunda değilim ki ben.

Ne çok soru soruluyor. Ama çok yani. Cevaplardan oluşmuyor konuşma dili. Verdiğin cevaplar da gizli sorular taşımalı ki muhabbet devam etsin. E arkadaş bu kadar sorunun hepsine de doğru cevap verilemez ki. Ben veremiyorum. Bir yerden sonra veriyorum yalanı, veriyorum duygusalı. Atıyorum, coşuyorum. Bulutların üstüne çıkıyorum böyle. Çenem de düşüyor o zamanlarda. Çünkü yalan yani bu. Önceli, sonralı anlatmak lazım ki doğru sanılsın... Pehhh.. Bir büyük cümleler bir şeyler. Bir de ben verdiğim cevapların alt metnine sorular yerleştiremiyorum sanırım. Hep cevaplıyorum. Sürekli. Bana da hak verin ama. Daha o kadar kitap okumadım, film izlemedim, tiyatroya gitmedim. Hayal gücüm ve kelime hazinem o kadar geniş değil. Basıcam yalanı tabii ki.

Her gün gülen canlı türüdür insan. Ben daha bir insan görmedim ki, bir gün boyunca gülmemiş olsun. Anası, babası, dedesi, ninesi ölen bile o gün gülüyor. Belki sevgili ve eş durumlarında değişebilir bu bilmiyorum. Eşi öldüğü gün gülen birine rastlamadım ama neyse konudan sapmayalım. İnsan her gün gülüyor. Hatta gülüşülüyor. Gülmek için video falan izleniyor yani o denli bir ihtiyaç. Bu kadar güldüğümüz için mi kaçırıyoruz bir şeyleri. Gülünecek bir şey yok lan aslında diyemediğimiz için mi?

Bir de ağlamak niye bunun tam karşısında. Bir kişi iki damla yaş döksün, aa neden ağlıyorsun? Hadi bu bir derece. Sebebini merak etmiş. Sormuş. Aaa ağlama ya! veya aa ağlama sakın! Bu ne be? Ağlancak bir şey var ki ağlıyor. Sen ağlama diyince ağlamasına yol açan faktörleri yok etmiş mi oluyorsun? Nedir yani?

Böhhühüüh ühüühühü
Aaa ağlama Hüsnü Can
Evet doğru Serpil Su! Sayende ağlanacak bir şey kalmadı.

Bir de ağlayana yavşama durumu vardır. Yaşlar silinir ve öpülür. Genelde sevgilisinden ayrılmış kızı teselli eden piç şeklinde nitelendirdiğimiz bu erkek insanlar, her şey bittiğinde ağlayan taraf olurlar. Erkekin ağlayanı da makbul değil sanırım. Kadınlar böyle güçlü, kuvvetli adam seviyorlar. Karar versin, güçlü dursun, kol kanat gersin felan... Ama sevdikleri adam ağlıyorsa, ilgilenirler elbette yani galiba. Arada fark var...

Kararsızın bayrak sallayanı, filama taşıyanı olarak ben hiç güçlü bir imaj yaratamadığımı biliyorum mesela. Değilim de zaten. Kimseyi kandırmayalım. Elde avuçta bir şey yok, olduğu zaman da tutamam. Bu sebeple güven telkin etmemek asli vazifemdir. Bana güvenecek ya da güvenen bir karşı cins tanımıyorum. Tek tutar yanım içimin temizliği oluyor genelde. İçimin de o kadar temiz olmadığı zamanla anlaşılınca, kalıyorum içimle başbaşa. Çünkü sorular çoğalıyor. Soru çoğalınca, yalanlar da çoğalıyor. Kusura bakma!

Böyle bir şey olabilir mi?

Ağlamıyorum, gözüme bir şey kaçtı! Artık ne kaçtıysa zırıl zırıl boşalttın tuzlu sıvıyı. Çok ağlamak dedim. Bir video koyalım bari. Şarkının en çok bu halini sevdiğim için bunu koyuyorum, siz muhtemelen şarkıyı görünce The Beatles'tan dinlemeyi isteyeceksiniz. Ama bence bu daha iyi. Adını yazmıyorum bloga girmeden göremeyin diye :) Selin sana mail atmıştım, senin girmene gerek yok =)


Şimdi bir de Manisa çıktı başımıza. Hayırlısı... Hoşçakalın, ağlamayın. Aaaa ağlama ya! Hadi gül biraz! Gülmek sana yakışıyor! Hadi neşelen! Ağlanacak bir şey yok! Yalandan ağlama lan it! Şiirden kendime göre alıntıyla bitiriyorum.

Ağlamak!
Unutmak kadar kolaydır inan.
Sana bir şey yapamam
Ağlayamıyorsan.

Zaten kısacık olan şiiri de kırptım ya helal olsun bana. Kusura bakma Özdemir Asaf!

24 Ocak 2012

İç İç Utanma!

The Shawshank Redeption filminde, Morgan Freeman bir sahnede der ki: "Oturduk ve güneş omuzlarımıza vururken özgür insanlar gibi içtik. Tüm evrenin sahibiydik."

İçki içmeyi bilmek - bilmemek durumu ancak böyle bir cümleyle özetlenebilirdi herhalde. Özgür insanlar gibi içersin. Tüm tutsakların adına. Tutsaktan kastım tutuklular, yargılanıp mahkum edilenler değil elbette. Tüm tutsaklar... Ve kendi evreninin, o anlık sahibi olmak için içersin. Bugünlerde ise "özgürlük" başka türlü algılandığı için "içmek" de değerini yitirmiş durumda. Özgürlüğünü yitirmek için içiyor insanlar, tutsak olmak için. Bırak evreni, kendilerine sahip olmayı reddetmek için içiyorlar.

İçkiyi esir alamıyorlar, içkinin esiri oluyorlar. Evreni unutuyorlar, kendilerini bırakıyorlar... Ve maalesef ki güneşin yüzlerine vurmasından bile endişe ediyorlar, karanlıkta içiyorlar... Bir bira da içersin, bir büyük de devirirsin... Mesele ne kadar içtiğin değil, nasıl içtiğindir... Övünülecek şey içtiğin şeyin miktarı değil; içtiğinde kendinde ve evrende bıraktığın hissiyatlardır... Rica edeceğim, içme daha fazla... Kusacaksın... Kusarsın sen... Kusmasan da...

Ingmar Bergman'a sormuşlar: "Gidişat kötü, dünya nasıl kurtulacak?" Cevap vermiş abi: "Utanç" demiş. "Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir." Toplumların belleklerinden utanç duygusunu silmek için var gücüyle çalışan sisteme selam olsun bu cevap. Toplumların şekillendirdiği bireylerin de kabul edebilecekleri bir utanç hali olmuyor ne yazık ki. Her şey ama her şey; bir türlü duyguyla ya da dış faktörle ya da yine çağın en kolay kaçış yolu olarak seçtiği "psikolojik hezeyanlar"la utanç duyulacak bir şey olmaktan çıkıyor ve alışkanlık haline dönüşüyor.

Şimdi yönetici kesimin utanmasını bekleyemezsiniz. Utanmaları olmadıkları için yönetici oluyor onlar. Ama kişiler düzgün eğitilebilseler utanabilirler. Utanmak daha önce birkaç yazıda bahsettiğimiz gibi acı çekmek gibi bir şey. Etraf istemiyor diye bu tip olumsuz duyguları yaşamaktan kaçınıyorlar insanlar fakat insan olmaktan çıkıyorlar bunları unuttuklarında... Nasıl olcak ya? Vallahi ben çıkamıyor işin içinden... Acı çekin, utanın... Bir şey olmaz... Gelişirsiniz... Üretirsiniz... Çok ciddiyim...

Anlıyorum ki gerçek; kötüyse köşe bucak kaçıyoruz, iyiyse tek gerçeğimiz ilan ediyoruz. Ne hayat ne de yaşam böyle kavramlar... Hayal kırıklıklarınızı bu yüzden bu kadar yalan-yanlış şekillerle atlatabiliyorsunuz... Sonrası oturmuyor işte... Nerede gerçeksin, nerede bitiyorsun? Yüzüme bakan sen misin? Hangi söylediğin doğru? Sen iyi misin? İyi biri misin yani? Kimsin?

Piii, koptum... Film izleyek... Eyvallah... 

21 Ocak 2012

Gerçek

Martin Eden için yazarı Jack London: "Martin Eden için neden üzlmeyeyim? Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireyci idi ben ise bir sosyalist. İşte bu yüzden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu yüzden Martin Eden öldü. Martin Eden, başkalarının ihtiyaçlarının farkına varamayan aşırı bir bireycidir. Hayalleri kaybolduğunda uğruna yaşayacağı hiçbir şey kalmaz."

Hayalleri ne üzerine kurduğumuzun, hayati bir önemi var demek ki. Ve gerçekler, en küçük gerçekler, en acımasızı ve en acıtıcı gerçekler; en güzel ve en büyük ve en gerçeğe yakın hayallerimizden daha gerçekler...

Herkesin gerçeği var. Doğrusu değil, gerçeği. Ama insan doğrularıyla yaşar. O yüzden hayal kırıklığı bir zorunluluktur.

Gerçeği umut beslese? Öfke harekete geçirse? Hayal kırıklığı üretmeye yardımcı olsa? Ölmesek? Öldürmesek?

En büyük gerçek: ölüm! Ölüm, en az bir kişi için hayal kırıklığı! Hayat? Hayal ve onun kırıklıkları.

Vedalar bir sonu tarif eder. Ama son veda diye bir şey yoktur. Bu kadar çok bitirip, başlatmaya gücünüz varsa; başka şeyler için de gücünüz vardır. Hadi bakalım! Bitirmenin ergen övüncünü yaşayacağınıza, başlatmanın haklı kıvancıyla tanışın...

Umut edersin, hayal kırıklığı yaşarsın, öfkelenirsin... Aslında hayat böyle geçer. Ama böyle geçmeyecekmiş gibi yaşanır. İşte böyle geçmeyecek gibi yaşamanın sebebi vardır. Düşünmek ve üretmek zor gelir. Aslında hayatın böyle geçtiğini kanıksarsan bu yazdığım tüm aşamalarda da üretirsin. Ama ne üretirsin?

Savaş mı, barış mı? Sevgi mi, nefret mi? Para mı, bilgi mi? Formül mü, karmaşa mı? Düzen mi, kaos mu? Yaşam mı, ölüm mü?

Temelde var olan hissiyattır. Ama temeli sağlamlaştıran ve bir yapı haline getiren şey tecrübelerdir. Tecrübeler, üretim sonucu oluşurlar. Tecrübeleriniz, kendi ürettiklerinizle şekillensin dostlar. Buna vakit ayırın. İleride lazım olur. Lazım olduğunda bulamayınca hayal kırıklıklarınız büyük ve büyük olduğu kadar da sahte olmasın. Acının değerini yazmıştık önceki vakitlerde(http://gelipartt.blogspot.com/2011/12/ac.html) Hayal kırıklıklarınıza sahip çıkın... Onlar sizin gerçekleriniz... Doğrularınız sizi bırakabilir ama gerçeklerinizi isteseniz de bırakamazsınız...

 İyi günler...

17 Ocak 2012

Self Control!

Blog değişti!



Her insan kendini çok seviyor. Ama çok fazla seviyor yani. Ve bence bu sevgi insanı kendisinden uzaklaştırıyor. Zaten sevgi böyle bir şey. Sevgi duyduğuna şekil vermeye çalışırsın, aslında sevdiğin şeyden başka bir forma dönüşen şeyi tekrar sevmeye çalışırsın, bu çabayı da ilk başta duyduğun sevgi için yaparsın. Sürüp, gider. Ne sevdiğin o, artık o ne de seven sen artık sensin...

Bu değişim güzel ya da kötü sonuçlar verebilir, bilemem. Beni de ilgilendirmez ama insanın kendi kendisine duyduğu sevgi çok değişik haller yaratıyor. Normal şartlarda düzgün, iyi, yararlı, güzel vb. bir insana olmaya çalışırsın ya hani. Bir şekilde olabildiğin kadarı sana yetmiştir ki orada kalmışsındır. Ne kadarsan, o kadarı iyidir, yeterlidir yani.

Şimdi o seviyede kendini sevme işlemi, geçtiğin bütün aşamaları unutmadan davranma ve düşünme ve hareket etme ve etkileme vesaire gibi sonuçlar doğuruyor. Yani ben böyle biriyim, kendimi seviyorum ve bu sevginin devam etmesi ve benliğimin zedelenmemesi için böyle davranmalıyım dersin. Ya da bir hata yaparsan; bahaneler bulursun. Çünkü normal şartlarda, hiçbir etken yokken hata yaptığını kabullenirsen; kendini sevmemeye başlarsın ve geldiğin seviyeyi reddedersin.

Şimdi bu iki uç da fena halde bağımlılık yaratıyor bünyede. Sevgi sağlam kalsın en azından hissiyat zedelenmesin diye hatalara bir türlü bahaneler, iyi davranışlara da tarihsel anlamlar yüklemeler... Ve buna karşı taraftakileri inandırmak. Bak ben kendimi bu yüzden seviyorum ve sen de beni bu yüzden sevmelisin, sevebilirsin, sev!

Oysa kendisine karşı bir şey hissetmeyen insan, her hareketinde, kendi doğalını yansıtacaktır. Ve biz o insanın ne olduğunu anlayabileceğiz. Fakat belki de bu hissiyat, frenleme ya da doğruya yönelme açısından olumlu da bir katkı sağlıyor olabilir. Kendini unuttuğunda ne yapacağın belli olmaz çünkü.

Kendini sadece sevgiyle hatırlayabilenler, yanlarında kendilerini sevecek insan aramaya devam ederler. O insan olmadan eksik kalırlar ve kendilerini sevmekten de vazgeçebilirler. Asıl kritik yer de burası işte bana kalırsa. Tüketimi başlatan nokta...

Uzatmayalım. Yazının bazı yerlerini ben bile anlamadım... Kafamızbozuk.com sitesi de patladı. O yüzden buranın bokunu çıkarabilirim. Kusura bakmayın... Okumayın öyle her sefer. Sıkıcı...

15 Ocak 2012

Ölüm!

Yaşlı insanın öleceği zaman anlaşılıyor galiba. Hani 1 ay içinde, bu aralar falan değil. Bugün ölür diyosun, yarın ölürüm diyor ve ölüyor. Mesela bizim büyük yengemiz 2-3 hafta önce vefat etti. Bilenleriniz bilir. Çok az kişisiniz o yüzden bu kadar rahatım. Biliyosunuz yani. Şimdi o yengemizin öldüğü gün bizi aradılar dediler ki, "yengeniz ölecek, gelin." Gitti bizimkiler de. Sonra geri döndüler, çok kötü 1-2 güne ölür dediler. Dedim, ölür o zaman. Sonra telefon çaldı aynı gece. 1-2 gün geçmeden yani. Kadın öldü. Standart sapması çok düşük bu hadisenin.

Mesela Fenerbahçe'nin efsane oyuncusu Lefter öldü. Bu arada Lefter çok büyük oyuncu olmanın yanı sıra çok büyük de bir adammış. İyice anladık. Neyse efendim. O da sürekli olarak hastaneye kaldırılan bir insandı son dönemde. Ama son kaldırıldığında, tutuklu halde bulunan Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım'a mektup yazıp, helallik istedi. Daha önce istemedi adam, bu sefer istedi ama. Biliyordu öleceğini ve 2 gün sonra öldü. Aziz Yıldırım'ın cevaben yazdığı mektup kendisine yetiştirilemeden...

Şimdi o yengemizin kocası yani amcamız ki kendisi 1926 doğumludur. Kendisi anlaşma yaptığını iddia ediyor ve 3 sene daha yaşayacağına garanti veriyor. Biz öyle bugün ölürüm, yarın ölür muhabbetinden sonra 3 sene sonra ölücem diyen bir adama alışık değiliz tabii ki. Ohhoo 3 sene diyorum da o 3 seneler ne çabuk geçiyorlar. Ben 3 sene sonra hala öğrenci mi olucam acaba? Asker olabilirim? Ya da bir bok olmayabilirim. Belki de ölürüm. Belki de öldürürüm. Ölen mi öldüren mi?

Demem o ki, giden gidiyor arkadaş. Kafasına gitmeyi koyan gidiyor. Sen desen ki "gideceğini hissediyorum-farkediyorum-tahmin ediyorum, gitme!" desen de o da sana "yok la ne gidecem?" diyorsa da gidiyor işte...

Vazgeçtiğinde gitme kararı alıyorsun ya hani; eylem olarak başarıyorsun da... Tamam ama unutmadan gitmek oluyor mu? İşte ölüler, çok güzel unutuyorlar. Unutulması gereken ne varsa...

Bi de ben şimdi 5 gündür deli hastayım 2-3 gün önümü göremedim. Bi titredim, bi terledim. Kıçım başım ayrı ağrıdı. Yine bilen bilir dicem de bunu sadece Seç.. biliyor :) Ona da ben söyledim. Arayanım, soranım yok ne de olsa... Neyse işte efendim. Dedim ki ahan da Berk. Hadi artık vazgeç. Git şu hayattan ve unut şu kötü günleri. Ben bu kadar hayattan soğuduğumu hatırlamıyorum. Ona rağmen gittim Cuma günü taksiyle okula, girdim sınavıma. Bir bok yapamadım tabi hiç çalışamadığım için ama kendimi çok övdüm azmim için. Ben bu okulu bitirmek istiyorum. Çok belli. Haa olacak mı? Bilmiyorum...

Krem falan kullanan insan olmadım hiç, nefret de ederim ama burnumu aşındırmışım bu 5 günde. Kabuklar falan kalkmış bişeyler olmuş. Her gün de yıkanmama rağmen. Sadece yıkandığımda ayılabiliyordum çünkü. Neyse, şimdi krem sürdüm. Böyle bi kötü hissediyorum kendimi. Lan diyorum tipin ne, burnun ne? Gidip de neyin kremi? Bırak kuru kalsın nasılsa nemlenecek, acelen ne? Çirkin insanım ya hiçbir şeye hakkım yokmuş gibi geliyor...

Bu ne biçim yazı? Şu an çok sıkıldım, sana geldim blog. Başka bir açıklaması yok...

Çok fanatikçe ve kınayacağınız bir şekilde, Lefter anısına:

Tribünler bağırdı, binlerce kere
Ver Lefter'e yaz deftere
Bitti kalem doldu defter
Efsaneler ölmez LEFTER!


Ankara'da Tekel işçileri'nin yanına gittiğimizde, alanı gezdiğimde(ki ben hep gezerim) Fenerbahçe taraftar gruplarından "Vamos Bien"in açtığı pankartlardan birinde bu efsane isim vardı. Ruhlar, cennetler pek benim anlayabildiğim hadiseler değil ama rahat uyu Lefter!

08 Ocak 2012

Üç Şiir!

İlki daha önce sadece sözlerini paylaştığımız Üvercinka! Hakan Gerçek'in sesiyle...


İkincisi Mevlana'dan Etme. Hüsnü Şenlendirici'nin Gözüm şarkısıyla, Yılmaz Erdoğan anlatımı... "Etme gözüm" olsun demişler Şenlendirici ve Erdoğan bu birliktelikten sonra... Birileri gitmese biz bunları dinleyemeyecek, okuyamayacaktık ve haliyle eksik kalacaktık. O halde bir gidiş, birisi için eksiliş belki de diğer birçok için tamamlanış mı? Doğa böyle bir şey mi? Bir şey eksilmeden, diğeri artamaz mı? Artamaz... Sabit, stabil...

                                     

Son şiir Nazım. Seslendiren Genco Erkal. Orkestra şefi Fazıl Say. Yaşamaya Dair...



Mail geliyo ya hani. Orada videolar çıkmıyor. Bloga girmeniz lazım performansları görmek istiyorsanız. Ya da youtube'a falan girin işte, ne bileyim... Hadi eyvallah!