15 Nisan 2008
RED
Evrensel gazetesinin gençlik eki Genç Hayat, Hakan Gülseven'le bir söyleşi yaptı. İşte o söyleşi..."Böyle bir ortamda işçi haberi haber değeri taşımaz. Bugünkü basında, direnişteki işçilerin değeri yoktur fakat Ayşe Arman’ın nasıl seviştiğinin bir haber değeri vardır. Bugünkü basın şerefsizleşmiştir, haysiyetsizleşmiştir. Basın şerefsizleşmiştir, haysiyetsizleşmiştir, köpekleşmiştir derken altta çalışan insanları kastetmiyorum. Ama bütün üst düzey yöneticiler bu çarkın içerisindedirler. Basın kitleleri aptallaştırmanın bir aracı oldu... " Hakan gülseven: toplumun safrası, patronlar ile onların borazanlarıdırErsin Büyüktaş/Serkan KurtRöportaja giderken açıkçası karşımızda yazılarındaki “asabiyetinden” bildiğimiz asık suratlı, sert birini bekliyorduk. Hatta Serkan, bunun üzerine espriler yapıyordu “Hocam, kendimize dikkat edelim, bu adam sinirlenirse bizi de döver.”Röportajı yapacağımız yerde kısa bir bekleyişin ardından kapıda göründü. Üç-beş hoşlu beşli cümleden sonra korkularımızın yersiz olmadığını gördük. Daha röportaja başlamadan kızmaya başlamıştı: “Bırakın şu Hakan bey muhabbetini.” Bu dakikadan sonra röportaj ‘bey’li kelimelerden arındırılarak ilerledi. Şaka bir yana, Hakan Gülseven çok keyifli biri. Çok asabi ama aynı derecede de espriyi seven ve en ağır politik mevzuları bile esprili bir dille anlatmayı becerebilen biri. Gazeteciliğe nasıl başladınız?Gazeteciliğe çok tesadüfi başladım. ODTÜ’den mezun olmama bir ay kala, 95’te iki ayrı atılma cezası aldım. Meşur Gorbaçov olayları vardı. Onun öncesinde de zaten 3,5 sene uzaklaştırma cezası almıştım. Son dönemki soruşturmaları ve cezaları bilmiyorum ama bu alanda rekor bende olabilir. Benim için biraz zor bir dönem başlamıştı. Siyasetle ilgileniyordum fakat bir yandan da hayatımı kazanmak zorundaydım. Çok tesadüfi bir şekilde birisiyle tanışarak. Radikal’de ekonomi servisinde işe başladım. Süreç içerisinde Radikal Cumartesi’ye geçtim, sonra da ayrıldım. Neden ayrıldınız?Büyük patron basını içerisinde kendinizi ifade edebilme kanalları oldukça sınırlı. Orda espirili yazılar yazarak, bir şeylere dokundurarak sınırları zorlamaya çalışıyorduk. Başka şeyler yapmak istiyordum. Radikal’den ayrılıp RED’i çıkarttık. Kısa bir hazırlık dönemi oldu. RED dergisinde yazan arkadaşların bir kısmı Radikal’de bana mesaj atan okur arkadaşlarım. Onlarla tanıştık ve dergi çıkardık. RED’de de mümkün mertebe bize mesaj atan, yazılar gönderen arkadaşların yazılarını yayınlamaya çalışıyoruz.Radikal’den ayrılmayabilirdim, bunun tek koşulu vardı; orda sendikalaşmayı becerebilmemiz. 1000’e yakın çalışanı olan binada toplu sözleşme yapmak için yeterli sayıya ulaşamadık. Basındaki çoğu insan haysiyetini kaybetmiş. Mesela bizim örgütlüyebildiklerimizin önemli bir kısmı teknik personeldi. Bu teknik personel içersinde Türk-İslam ideolojisinden fazlaca etkilenmiş arkadaşlar bile vardı. Kendisini solcu olarak tanımlayan muhabir, editör gibi işin yazılı çizili kısmında çalışan arkadaşlar arasında örgütlenmede çok ciddi bir problem yaşadık. Çok düşük maaş alan hatta teknik personeldekilerin yarısı kadar maaş alan “solcu” muhabir arkadaşlar, iş sendikaya üye olmaya gelince geri durdular. Bunun altında yatan çok önemli bir şey var. Basında hiç hak etmediği halde şişirilen, yıldızlaştırılan insanlar var. Basında ne kadar boş işlerle uğraşırsan, ne kadar seksle uğraşırsan, Ayşe Arman gibi yazılar yazarsan, o kadar önün açılıyor. Herkesin içinde gizli bir Ayşe Arman’lık var. Sendikal mücadelenin içinde yer almayan “solcu” arkadaşların, yarın öbür gün patron basınının yıldızları olma isteği içinde oldukları fikrindeyim. Sendikaya üye olmayarak, geleceklerine yatırım yapıyorlar. Teknik personelin ise yükseleceği bir yer yok. Sendikalaşmayı neredeyse imkansız hale getiren temel motivasyon ilerde bir Ayşe Arman olma isteğidir, ya da ona benzer bir boyalı basın yıldızı olmak. Peki Ayşe Arman’dan başka ‘şişirildiğini’ düşündüğünüz kimler var ?Köşe yazılarına bakın görürsünüz. İsmini hatırlamıyorum şimdi Akşam’da bir kız var; geçen gün, uçakta sevişme isteğiyle ilgili bir yazı yazmış. Yazısında şöyle diyor “Erkekler uçakta sevişmek isterken, kadınlar trende sevişmeyi daha çok arzuluyor”. Ayşe Arman’ın bir yazısı mesela “Bana çirkin diyenler oldu, kompleks yaptım Dubai’ye dönüyorum. Onun için manken gibi pozlar verdim.” Şimdi bunlar gazeteci olabilir mi? Haber alma hakkını savunabilirler mi? Bunlar gibi istediğin kadar “yazar” söyleyeyim sana. Pis medya dedikoduları yazarak yer kapıyorlar. Herkese küfrederek, bu toplumun bugüne kadar getirdiği bütün değerlere küfrederek yazar olanlar var. Hıncal Uluç her gün “yedim, yaladım, yuttum” yazıları yazıyor. Sürekli bir yerlere davet ediliyor, avanta gezilere gidiyor. Oralarda yiyor, içiyor, ona yedirenleri ve içirenleri ondan sonra kendi köşesinde cilalıyor. Böyle bir ortamda işçi haberi haber değeri taşımaz. Bugünkü basında, direnişteki işçilerin değeri yoktur fakat Ayşe Arman’ın nasıl seviştiğinin bir haber değeri vardır. Bugünkü basın şerefsizleşmiştir, haysiyetsizleşmiştir. Basın şerefsizleşmiştir, haysiyetsizleşmiştir, köpekleşmiştir derken altta çalışan insanları kastetmiyorum. Ama bütün üst düzey yöneticiler bu çarkın içerisindedirler. Basın kitleleri aptallaştırmanın bir aracı oldu. Mesela Posta gazetesi bir fallar hurafeler yayma merakı içinde. Halkın içine düşmüş olduğu derin bunalımı başka kanallara sevk etmeye çalışıyorlar. Sevgi, aşk arayışları, cinsellik arayışları, oralardaki o pespaye adamlar tarafından o adamların pespaye anlayışlarına sıkıştırılıyor. Bir sürü gerizekalı “astrolog”u toplayıp onlara yazı dizileri yazdırıyorlar. Özal devri dediğimiz bir devir var mesela. Özal devrinin başlangıcıyla bugünü karşılaştırdığımızda, 20 sene önce karısını satan adama bu memlekette hakikaten çok az rastlanırdı. Matematiksel olarak ihmal edilebilir bir rakamdı. Ama şimdi bunlar her gün gördüğümüz haberler halini aldı. Ahlaki bir çöküntü var. Bunu da besleyen 20-25 senelik bir neo-liberal politikalar silsilesi... Neticesinde gidişat ciddi bir ahlaki çöküntüye yol açtı. Her yolu mubah sayma işlemi, patron basınınca alttan alta işlenen bir olgu. RED bunlara alternatif olarak mı çıktı? RED 6-7 bin satarak bu düzenin değiştirilmesini sağlıyamaz. Ama en azından siyasi gerçeklikleri göstererek, gerçeklerin üzerine örtülmüş o yalan perdesini ufak da olsa bazı yerlerde aralayarak bir katkıda bulunmak istiyoruz. Bizi motive eden şey bu dayatılanlara itiraz etmek. İnce taktiklerle sol görünüp patron basını içerisinde de “haddini bilerek” kendi önümü açmaya çalışabilirdim ve güzel paralar da kazanabilirdim. Bu çarka çomak sokmak bizi motive eden şeydir. Düzenin karşısına dikilip, bir tankın karşına dikilen adam gibi bu cüreti göterebilmek insan olduğumuzu hatırlatan şeydir. Bu düzenin karşına dikilip ‘ulan ben sana kafa tutuyorum’ demek belki de o tankın altında kalmaktır. Onur, haysiyet, şeref, gibi kavramlar bir aydının sahip olması gereken şeylerin başında gelir. Türkiye de gerçek aydın sayısı çok az. Eğer Türkiye’de aydınım diye ortada dolaşan ve işi sadece ayda bilmem kaç tane metin üretip, onun altına imza atmak olan bu aydın kitlesi gerçekten aydın olsaydı, bu memleketin hali böyle olmazdı. Haksızlığın karşısına dikileceksin. Düzenle çatışmayan, kavga etmeyen, düzenle ciddi problemler yaşamayan hiçkimse aydın felan değildir. At iziyle it izide birbirne karıştı. Bir sol sosyete oluştu. Kendisine aydın, solcu, sosyalist diyerek piyasada boy gösteren adamlar, AB’ye proje sunup, paralarını alarak yaşamlarını idame ettiriyorlar. Yaşamlarını idame ettirmek de değil, binlerce dolar kazanıyorlar. Solculuk ile “fonculuk” birbirine karıştı. AB gibi emperyalist bir oluşuma göbekten bağlı bir aydın “sol sosyete” grubu var. Bunlar, bu toprakların işçileri ve emekçileri açısından yararlı hiçbir şey yapamazlar. Bunların temel meselesi “demokrasi”dir. Demokrasinin sınıfsal içeriğini kaldırmışlardır. Bu nedenle Avrupa’nın demokrasi getireceği yanılsaması içerisindedirler, ya da bu yanılsamayı yaymaya çalışıyorlar. Ayrıca rapor yazma diye bir şey var şimdilerde. Bütün emperyalist kuruluşlar profesörlerden hocalardan raporlar istiyor. Binlerce dolar alarak kurdukları araştırma şirketleri aracılığıyla raporlar gönderiliyor. Bunun adı aslında ajanlıktır. Aydını bu olan bir memleket ciddi bir problem içerisindedir. Biz bu aydın anlayışından ciddi bir kopuş gerçekleştirmeliyiz. Biz işçilerin emekçilerin aydınları olmak zorundayız. Yoksul, ezilen ve sefalete terk edilen insanların aydınları olmalıyız. Kapkaçcılık yapmak, fahişelik yapmak zorunda bırakılan insanların aydınları olmak durumundayız. Bu çok zor bir iş. Bahsettiğiniz aydınlar bu tip insanlara safra olarak bakıyor...Tuzukuru bütün kesimler bunlara safra diye bakıyor. Özel güvenlikçi sayısının polis sayısını gçtiği bir ülkede yaşıyoruz. Giderek şehirden kendini yalıtan beyaz Türk sınıfı var. Bu ülkeyi bu tuzukurular yönetiyor. Demokrasi onların demokrasisidir. Orta sınıfın üst tabakaları, giderek kendilerini kentlerden yalıtan, güvenlikli yerlerde yaşayan, kapılarına bekçiler diker hale geldiler. Bu memlekette 3 binin üzerinde köy yakıldı. Sen bunları yerinden yurdundan toprağından ettin. Bunlara kentlere göç etmekten başka alternatif bırakmadın. Buraya geldikten sonrada iş imkanı vermedin. Sonra bu insanlar aç kalmaya başlayınca da, “Vay efendim can güvenliğimiz yok, polisiye tedbir...” Hiçbir polisiye tedbir aç insanları durduramaz. Bu adamlar analarının karnında Rakel’in dediği gibi katil, hırsız doğmadı. Genetik olarak bir fenalık varsa bunun toplumda 25 sene evvel de olması lazımdı. 25 sene evvel bir tane kapkaç vakası yoktu. Toplumun safraları burjuvalardır, patronlardır. Hiçbir şey üretmeyen sadece tüketen hem de hayvanlar gibi tüketen, tüketmekten geberecek hale gelen bir patronlar sınıfı var. Bunlar toplumun safralarıdır. Toplumun safraları partonlar ve onların borazanlarıdır. Patronların borazanları da ayda 40-50 bin dolar maaş alan ve patronun çıkarına gazetecilik mesleğini kullananlardır. Sahibinin sesidir hepsi. Sizin ve RED’in üslubunu çok sert bulanlar var ...Bizi basit bulanlar da var. Geçen eski bir arkadaşıma rastladım. “Solcu”. “Kullandığınız dil çok basit” felan diyor. Zaten sana çıkarmıyorum ki bu dergiyi dedim. Genç insanların, liberal zırvalıkları savunan adamlara ‘bak işte adam burda yazmış’ diyebilsin diye çıkarıyoruz bu dergiyi. Onun anlayacağı dilden. Anlaşılmamak gibi bir problemimiz var bizim aslında. Sol söylemini kaybetti çünkü. Solun jargonuyla sokak arasında bir benzerlik ve bağlantı kalmadı. Meramımızı anlatmak için insanların günlük konuştukları dilden onları yakalamaya çalışıyoruz. Bu dili bilinçli tercih ediyoruz yani. “Bunlar puşttur, göttür” demek zorundayız. Can Yücel neden bu kadar sevildi, göte göt dedi de ondan. İşçilere, emekçilere topluca patronlara karşı küfür ettirmeye başlayabiliyorsak, benim için en büyük sevinç budur. Çünkü bunu yapamadıkları için Ogün Samastlar tutup faşistlerin peşine takılıyor. Bu düzene küfür etmesi gerekirken, o gidiyor bu çarkın böyle olmasında en az vebali olan adamın peşine düşüyor, ona küfür ediyor. Nüfusu 60 bin kalmış Ermenilere küfür ediyor. Bu ülkeyi bu hale Ermeniler mi getirdi? Seni işsiz bırakan Hrant Dink miydi? Senin sefil olmanı sağlayan Hrant Dink miydi? Doğru adrese küfür etmesini sağlamak lazım insaların. Yazılarınızdan anladığımız kadarıyla Elif Şafak’tan da pek hazzetmiyorsunuz....Bunlar yabancı tiribünlere oynayan deplasman aydınları. Meramını burada anlatmaya çalışmıyor. Kaderini burdaki işçilerin emekçilerin yaşamıyla birleştirmiyor bu insanlar. Bunlar kişisel şan şöhret para peşinde. 301 davasını halkla ilişkiler şirketi aracılığıyla pazarladı. Kaderini bu toprakların emekçileriyle birleştirmemiş herkesle sorunumuz var bizim. Çünkü o zaman sen başka bir şeye oynuyorsun demektir. Şu 301 meselesine de bir gelelim istiyorum, onu da konuşalım. Neden Türklüğe hakaret etmeyi meşrulaştıralım? Kendisini Türk olarak gören adamın Türklüğüne neden hakaret edilsin? Bunu söyleyelim ama bunun yanında, Ermeniliğe, Kürtlüğe hakaretin de suç olmasını sağlayacak bir madde olması lazım. Bugün herkes bir başkasına rahatça “Ermeni dölü” diyebiliyor, Kürtlere alabildiğine küfür eden bir sürü insan var. Bunlar rahatça hakaret edecek, Türklüğe gelince de kötü olacak. Buradaki ikiyüzlülüğü teşhir etmemiz lazım. Biz Türklüğe hakaret etmeyi savunamayız. Fakat 301. madde, futbol tabiriyle tam bir eyyamcılık maddesidir. İşine geldiği gibi, işine geleni yargılar, işine gelmeyeni de yargılamazsın; bunun adı eyyamcılıktır. O zaman bu maddeyi çöpe atmak zorundayız, halkaların kardeşliğini vurgulayan, birbirine saygısını vurgulayan bir şey bulmak zorundayız. Ama bunu bu düzen yapamaz. Bu düzen zaten halkların, mezheplerin, takımların birbirine düşmanlığı üzerine kurulmuş bir yapıdır. ‘Kodu mu oturtan dergi ‘ olayınız var bir de...Erman Toroğlu bir programda dedi ya “Ben kodu mu oturtan bir Genelkurmay başkanı istiyorum” diye. Zaten Genelkurmay kodu mu oturtuyor herkese. Biraz da şu halk, habire kıç üstü oturtulan emekçiler kodu mu oturtsun misali... Patronlar koyuyor oturuyoruz, Genelkurmay koyuyor oturuyoruz, Allahçılar geliyor koyuyor oturuyoruz, tarikatlar koyuyor oturuyoruz, ırkçılar faşistler koyuyor oturuyoruz... Hep biz oturuyoruz kıç üstü. Kodu derken erkek egemen bir şeyden bahsetmiyorum, yumruğu kodu mu oturtandır aslında. Bir kere de şu emekçiler kalksın, şu yumruğu koysun da bakalım kimler oturacak diye attık bu lafı. Kodu mu oturtan yazılarınıza tepki aldınız mı ? Küfür eden çok olmuyor ya. Beni seviyorlar abicim. Ben aslında bu kadar sevimli bir adam değilim. Herkesle anlaşamam. Sert bulan da oluyor. Onları da ne yapalım yani. Ama asolan inandığını yazmaktır.Okuyucusunu yazar yapan pek fazla basın kurumu yok... RED’in etrafında bir hareket doğsun istiyoruz. Bu laflara sahip çıkan birileri olsun istiyoruz. Bizimle temas kursunlar. Yani yayılsın RED’in söylemi. Çünkü bu ticari bir proje değil, buradan kimsenin kazancı yok; ben de dahil buna. İlerde para kazanırsa da bunu yine kamu yararına kullanmak niyetindeyiz. Bu RED dergisi hep böyle gidecek yani. Buna sahip çıkan bir topluluk olsun istiyoruz. Millet çeteleşeceğine RED’ci olsun.RED ismi nerden geldi?Bir kere bize dayatılanı reddedeceğiz, derdimiz o. Başka bir şeyi kurmak için mevcudu reddetmek lazım. Önce bir reddedeceklerimizi koyalım. Reddettikten sonra da ne kuracağımızı tartışacağız. Bu toplumun bütün burjuva kurumlarıyla yerle bir edilmesi gerektiğini, yerine emekçilerin kontrolünde olan adil ve eşitlikçi bir toplum kurulması gerektiğini savunuyoruz. 1848 senesinde adamlar yazmış, “Başkalarını sömürme şansı olmayan tek sınıf işçi sınıfıdır” diye. Bu kadar basit. Üretenler bu toplumu yönetmelidir. Biz böyle sosyalizm felan diyoruz diye gülenler olabilir. Göreceğiz bakalım, dünyada yine bir sosyalist yükseliş geliyor. Bunu görmemek için ahmak olmak lazım. Artık insanların burasına kadar geldi. ***Hakan GülsevenHakan Gülseven Barbie operasyonu ile ilgili Radikal’de yazdığı yazının ardından, sabah kalktığında elektronik postasında bir ileti görür. İleti Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’ndan gelmiştir. Yazıcıoğlu, Gülseven’in yazısını beğendiğini ve bu alanda fikirlerinden yararlanmak istediklerini söyler. Gülseven’in yanıtı nettir: “Benim fikirlerim sizi bozar.” Gülseven, bir süre önce Radikal’den ayrıldı. Şimdi RED dergisinin yazı işleri müdürü
14 Nisan 2008
pippa bacca
italyan sanatçı pippa bacca'nın katledilme öyküsüyle bir kez daha sarsıldık. bacca, balkanları geçtikten sonra, barış yolculuğunda hiç çekinmediği türkiye topraklarında öldürüldü. bu konuda yine topluca bir riyakârlık ayinine çağırılıyoruz. elbette büyük gazete, meşrebine uygun olarak, milli savunma refleksiyle pippa'nın kız kardeşinin sözlerini manşet yapmıştı: "kötü insanlar her yerde var." bu yürek yakıcı hikâyede bu toprakların yerleşik nizamını, ideolojik örüntülenmesini çarpıcı bir biçimde dışavuran nokta, katilin dedikleriydi. katil, yakalanmadan önce televizyonda bacca'nın kayıp olduğu haberini izlerken "ab'ye rezil olduk. hangi şerefsiz acaba?" demiş. katilin klişesi, hayatımızın bağrına çoktan çöreklenmiş. ele güne rezil olmak. yaşadığımız; birbirimize ve bizden olmayanlara yaşattığımız vahşeti türkiye'nin batı'daki imajı açısından değerlendirip vahvahlanmak. kendi yaratıp kendi kurguladığımız vahşet karşısında kendi payımızı inkâr ederek olayı insani boyutundan soyup tanıtma-reklamasyon faaliyetinin alanına hapsetmek. pippa'nın barışa kendi dilinde katkı sağlayabilmek için çıkmış olduğu yolculuğun türkiye ayağında düşmesi bu topraklarda yaşayan kimi gerçekten şaşırtmıştır? daha ilk fotografını gördüğümüzde başına gelecekleri yürek çarpıntısıyla hissetmemiş miydik? şimdi, "affet bizi pippa", "utanıyoruz" ve benzeri sloganlarla onu uğurlarken bu toprakların kadınlar için hiç de tekin olmadığını, her gün onlarca kadının töre adına, siyaset adına, çoğunluk bir hiç adına öldürüldüğünü hatırlıyor muyuz? 'yabancı kadınlar', birer kurban olarak hayatımızda her zaman yer bulmuşlardır. defalarca onları andık, cenazelerini uğurladık. hatta bir ara gülgeç'in çizgileriyle, peşlerinde tecavüzcü türk canavarları ile birlikte karikatürlerini alanya turizm broşürlerine bile basmıştık. o sıralar belediye başkanı kısaca, 'neden bu kadar mesele haline getirdiniz, anlamıyorum. turisti mizahi bir dille çağırmak istedik' demeye getiriyordu. mizah malzemesi edilen şeylerin, benzerleri kısa zaman önce skorlanmış tecavüz, hayvan katliamı türünden geleneksel sporlarımız olması besbelli kafasını karıştırıyordu başkanın. bir rahatlasa, 'yalan mı, kardeşim?' diye bağıracaktı gazetecilerin yüzüne. dante'nin cehennem tasvirini aratacak bir karikatürün bir turizm broşürünün kapağını süslemesinin baş döndürücü abesliğinden geçtim, tecavüzle, cinayetle kendine has, esprili bir dünya kurmayı amaçlamak öncelikle ciddi bir insanlık suçu, dediğimizi hatırlarım. 'biz bize benzeriz' sloganının işaret ettiği kendinden memnun olma hali yanı sıra samimi bir itiraf, kendine uzak açılı bir otoportre çalışması olarak mı adlandırmalıydı bu girişimi? bence, hayır. gülgeç ve işini onaylamış olan onca insan öncelikle memleketin tekâmül etmemiş insanını komik unsur olarak yansıtırken belki de samimiyetlerine bir ödül bekliyorlardı. 'yabancı kadınlar'ı katledenler, bu toprakların kadınlarını katledenler. onların münferit sapıkların kurbanı olmadığını biliyoruz. bu cinayette de hepimizin parmağı var. yabancı kadınlar aile albümünde tecavüz edilen yabancı kadınlar hep olmuştur. turisttirler. ya da görev icabı bu topraklarda ikâmet etmektedirler. ya da bir türk'e gönül vermiş yerleşik yabancı konumundadırlar. kendilerine yönelik ikircikli bir duygunun menzilinden kurtulamaz, çeşitli biçimlerde hırpalanırlar. yabancı kadınlara yönelik yakıcı şehvet ve ona eşlik eden parçalayıcı nefret vahşete patladığında, bunun bize duyuruluş biçimi de çoğunluk imalarla yüklü ve uğultuludur. medyanın bu tür vakaları yansıtışında mahcupça örtmeye çalıştığı türk erkeği 'refleksi'ni okumak mümkündür. kurban fahişe midir? burada ne aramaktadır? türk erkeğinin methini duyup da mı gelmiştir? kısaca kurban, gerçekten kurban mıdır? haberi iletirken kullanılan dil, amaçlanan müphemliğe uygundur; onaylamaz görünürken vahşeti gerekçelendirebilmenin ipuçlarını da sunar. kurbanın kimliği üstüne kafalar karıştırılır; portresi en azından kadınca bir eblehlik, bağışlanmaz bir temkinsizlikle gölgelenir. zaten bu topraklarda herkes, yabancı kadınların mezhebi geniş olduğunu bilir. özgürlüğün imkânlarını hissettiren varlığıyla yabancı kadın, açık taciz odağıdır. hele kordiplomatik bağlantıları olmayan, buranın yerleşik kasaba düzenine transfer olmuş dönme bacılar, ne kadar çırpınsalar kanlarında cirit atan hafifliği türk erkeğine bir türlü unutturamazlar. o kışkırtıcı hafiflik, onlara uygulanan her türlü vahşetin suç karşılığında doğal hafifletici unsur olarak hesaba katılacaktır. tarkan olsun, karaoğlan olsun, kaç kuşağın çocukluğundan itibaren elinden tutan gürz bilekli türk yiğitleri, bizans'a vardıklarında âdetleri farklı bir dünyanın hafif kadınları tarafından el üstünde tutulur, evdoksiyaların belini kırar, katerinalara ağzını siler. popüler kültürümüzde yabancı kadın hiçbir zaman güçlü ve tekinsiz bir medea olarak değil, cinselliğini kullanarak yiğidi yoldan çıkarmaya çalışan dişi örümcek olarak sivrilir. maksat yara almadan onun sırtını yere getirmek, haddini bildirmek ve iffetli yuvaya muzaffer dönmektir. bir yandan dış dünyayı temsil eden yabancı kadının vaat ettiği özgürlükle başı dönen haz adamı olarak bu sınavdan kasıklarının hakkıyla çıkacaksın, öte yandan kendi hücrenin iç duvarlarını berkiteceksin. iffetin sılada bekleyen cehennem olduğunu her türk bilir. yabancı muktedirler birleşmiş milletler eğitim bilim ve kültür örgütü'ne (unesco) bağlı olarak çalışan dünya kültür varlıkları komitesi'nin istanbul'u dünya kültür mirası listesi'nden çıkaracağı haberi memleketimiz muktedirleri tarafından öfkeyle karşılandı. belediyenin yetersizliği ve umursamazlığının gölgesi altında koruma altındayken yok edilen binlerce eser, unesco'yu mutsuz ediyor besbelli. buna karşılık saray müdürü tarihçi ortaylı ve yükselen yıldız, yeni kahraman kültür bakanı ertuğrul günay, geçenlerde televizyonda unesco'ya köpürüyorlardı. bizim onlara ihtiyacımız yoktu. kendi kültürümüzü pekâlâ koruyabilirdik. onlar kendilerini ne sanıyorlardı? bu tavrı şemsiyelerinin altına girebilelim diye on yıllardır kapılarında titreştiğimiz görevlilere de gösteriyor milli hassaslar ekibi. barroso'nun karşılanışında mehter ritmiyle efelenen, ab'nin sinsi planlarıyla türkiye'yi bölmek için can attığını, abd'nin de bu planda avrupa'nın arkasında olduğunu haykıranlara tam bağımsızlıktan ne anladıklarını sorsanız, alacağınız cevabı anlayabilecek misiniz? chp'nin 301 konusundaki son feraset gösterisi, yeterince açık değil miydi? hele hele güldal mumcu'nun fikir özgürlüğü konusunda böylesi bir manevrada rol üstlenmesi en azından acıklıydı. akp, inanmadan, göstermelik değişikliklere imza atıp aradan sıyrılmaya çalışırken en büyük desteği olan muhalefet tarafından çelme yiyor. karşısında rezil duruma düşmekten korkarak misafir koltuğunun üstüne beyaz çarşaflar örtüp karşıladığınız adama karşı bir yandan da burnundan kıl aldırmayan ağa rolü üstleneceksiniz. batı karşısındaki ikircikli, ikiyüzlü tavır can çekişmektedir. türkiye'nin çok özel, çok nev-i şahsına münhasır, dolayısıyla özellikle batı tarafından asla doğru anlaşılamayacak bir memleket olduğu fikri gülünçtür. her milletin kendine has özellikleri bulunur. ama demokrasi konusunda belirli standartlara uyma sözü verdiysen, onları savsakladığında adayı olduğun birliğin görevlileri gelip seni eleştirecektir. kendi milli hassasiyetlerine çeki-düzen vermeyip 'biz bize yeteriz' savsözüyle yetindiğin sürece yabancı erkekler karşısında eğilip arkalarından küfredecek, yabancı kadınları da fırsatını bulduğunda tecavüz ettikten sonra katledeceksin
yıldırım türker / radikal
13 Nisan 2008
iyi ki doğdun,iyi ki varsın..
çekeriz elbet biz birbirimizi,
gidemeyiz ki uzaklara,
gitmek fikridir onun aklındaki beni korkutan,
uzaklarda kalmasıdır beynimde sürekli beni yoran,
ben giderim o tutar kolumdan,
o susar,ben bakarım ardından
candır,kardeştir bir gariptir,
bilinmeyendir bilinenler arasından,
hiçliklerin içinde ki herşeydir aslında.....
ben onun fikrinin ince gülüyümdür,o benim fikrimin ince dikenidir.
lanetli rapunzel
09 Nisan 2008
buluşmak üzere
diyelim yağmura tutuldun bir gün
bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
öbür yanda güneş kendi keyfinde
ne de olsa yaz yağmuru
pırıl pırıl düşüyor damlalar
eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
dar attın kendini karşı evin sundurmasına
işte o evin kapısında bulacaksın beni
diyelim için çekti bir sabah vakti
erkenceden denize gireyim dedin
kulaç attıkça sen
patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
ege denizi bu efendi deniz
seslenmiyor
derken bi de dibe dalayım diyorsun
içine doğdu belki de
işte çil çil koşuşan balıklar
lapinalar gümüşler var ya
eylim eylim salınan yosunlar
onların arasında bulacaksın beni
diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
çakmak çakmak gözleri
meydan ya taksim ya beyazıt meydanı
herkes orda sen de ordasın
herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
özgürlüğe mutluluğa doğru
her işin başında sevgi diyor
gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
bi de başını çeviriyorsun ki yanında ben varım
can yücel
bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
öbür yanda güneş kendi keyfinde
ne de olsa yaz yağmuru
pırıl pırıl düşüyor damlalar
eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
dar attın kendini karşı evin sundurmasına
işte o evin kapısında bulacaksın beni
diyelim için çekti bir sabah vakti
erkenceden denize gireyim dedin
kulaç attıkça sen
patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
ege denizi bu efendi deniz
seslenmiyor
derken bi de dibe dalayım diyorsun
içine doğdu belki de
işte çil çil koşuşan balıklar
lapinalar gümüşler var ya
eylim eylim salınan yosunlar
onların arasında bulacaksın beni
diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
çakmak çakmak gözleri
meydan ya taksim ya beyazıt meydanı
herkes orda sen de ordasın
herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
özgürlüğe mutluluğa doğru
her işin başında sevgi diyor
gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
bi de başını çeviriyorsun ki yanında ben varım
can yücel
özlemek
çocukken sahip olduğumuz oyuncaklar,yüzlerdeki masum gülümseme,annenin yaptığı yemeğin kokusunun apartmanın dört bir yanına sinmesi,sokakta oynadığımız oyunlar,biriktirilen bayram şekerleri ve bunlar gibi yitirdiğimiz birçok şey özleniyor tarafımızca..öyle anlar geliyor ki kaybettiğimiz herşey gözümüzün önünden yaşlar yüzülerek geçiyor..babayla oynanan oyunlar,dedeyle gidilen parklar,ananenin güzel baklavaları,abiyle girilen kıskançlık kavgaları sonucu odaların ayrılmak istenmesi ve hatta yapılan bayram ziyaretleri..şimdi ara ki bulasın..yaş ilerledikçe,teknoloji gelişip yozlaştıkça çevre daha iyi anlıyoruz özlemenin değerini ve anladıkça daha çok özlüyoruz..özledikçe üzülüyoruz..üzüldükçe yine özlüyoruz..babamızın ayıklayıp önümüze koyduğu balıklar,büyük bir mutlulukla rakı kadehine tokuşturulan yağlı kola bardağı,tombala oynayıp üzerinde yapılan yemeklerin bilumum çerez ve meyve sularının olduğu masada izlenilen televizyon programları..yeniden sahip olmak istioruz bizi mutlu eden şeylere..özlüyoruz çoğu zaman değerini bilmediğimiz herşeyi..pişmanlıklar yaşıyoruz..ağzımızdan hep keşke ile başlayan cümleler çıkıyor..aciz kalmak değildir özlemek umutla beklemektir üzülerek de olsa bazen bilerek beklemenin fayda etmeyeceğini..her yatağa yatışta sevgilinin elini tutmayı özlemek,en yakın arkadaşınla dedikodu yapmayı özlemek,anneyi özlemek,babayı özlemek..en çok da gece karanlık yatağında uyumaya çalışırken kafanda hiç bir dert olmaksızın korkuyla anneyi çağırıp,sen uyuyana kadar saçını okşamasını özlemek..güzeldir özlemek..yine eskisi gibi sarılarak uyumak istemek,babanın anlattığı prenses masallarıyla uykuya dalmayı özlemek,en çok babamı seviyorum neden o annemle uyuyor hep benle uyusun diye serzenişte bulunmak..çok eskide kaldı belki de bunlar..özlerken nefret duymak,konuşurken 2 kelime,içine akıtmak gözyaşlarını..ama yazarken kaleminden süzülen yaşlar,tuvalete kaçıp saatlerce hıçkırarak ağlamak yine babandan yürüttüğün sigara eşliğinde..cümleler düğümleniyor boğazımda belki de kalbimde son buluyor sevgin artık benle hiç olmasan da..küçükken babam gibi bi erkekle evlenicem diyip şimdi siluetini bile hatırlamamak..belki çok yakın ama çok uzak olmak,elini uzatıp dokunamamak,gözlerinin içine bakıp omzunda ağlayamamak,iş çıkışı getirilen horoz şekerle artık mutlu olamamak..eski seni özlüyorum baba..o eski gülüşünü,saçımı okşayışını,uyumadan önce kondurduğun öpücüğü özlüyorum her bayram sabah olmadan takım elbiseyle odama gelip elini öptürmeni istiyorum..sana eskisi gibi güvenmek,eskisi gibi herkese işte benim kızım diye anlatmanı istiyorum,çarşıda hızlı hızlı yürürken sen arkandan koşarak gelmeyi yine her doğum gününde aynı kravatı almış olmayı özlüyorum.. her fotoğraflara baktığmda ağlamak,parkta babayla küçük kızını gördüğünde hayallere dalmak,zamanı geri almak için gerekirse yok olmak..keşke demek artık birşeyi değiştirmiycek sen benden gideli çok oldu ama,son kez sarılabilmek masallarınla uyuyabilmek ve her piknikte seninle düşmek için hamaktan,kolunun altında dosyaların elinde çantanla eve girişinde bi kucak dolusu sevgiyle öperek tüm yorgunluğunu unutturmak için keşke bir şansım olsa..
psychedelic
psychedelic
yol..
bayadır yazı yazmamışım.. özledim ama elim gitmedi.. sıkıntılıydım.. özlemek ama elin gitmemesi de iç burkucu bir şeymiş.. az önce farkettim.. yani daha önce de tahmin edebiliyordum ve tecrübe etmişliğim vardı da az önce bir kez daha içim burkuluverdi.. özlem dolu olduğum için mi elim gitmiyo diye mi yoksa bunların bir sıkıntı çıkarıcak olması ihtimali mi yoksa daha önce tecrübe ettiğim için mi onu bilemedim.. bildim de söylemedim.. insan kendini kolay ezemiyo.. güçlü görünmek güçsüzlüklerin en adisi de olsa insan denen şey içinde bir adi barındırdığı için yapmaktan alıkoyamıyor kendini.."biz maskeliyiz" diyen bir arkadaşa sahibim mesela.. yani olduğu gibi olmadığını,davranmadığını kabul eden 21 yaşındaki bir öküz.. kusura bakmasın ben ona "öküz"den başka bir şey diyemiyeceğim.. zaten sinirliyim ona karşı.. kusura baksa da diyebilirim.. ya insan her istediğini yapamaz tabi ki.. engeller, sınırlar, yaşanan başka şeyler, başka hayatlar, iç içe geçmiş olaylar, hisler, düşünceler mevcuttur.. hepsine olmasa bile bir kısmına saygı göstermek ve onlara göre yaşamımızı şekillendirmek zorundayız çünkü karşımızdaki her hayat şekillenmiş.. bizim hayatımız gibi.. içten gelene diyecek bir şeyim yoktur.. sonuçları, en olumsuzu doğuracaksa bile.. bu bir histir.. ve bence his aklın eremediği bir şeydir ve orda yapılabilecek herşey benim kabulumdur yapılan kişi ya da başka insanlar memnuniyet duymayacaklarsa bile.. ama bir insan evladı ben olduğum gibi davranamam diyip bunu(maskeli yaşamayı) planlı bir yaşam şekli haline getiriyorsa ve bu insan belli kademeleri geçmiş, belli birikimler elde etmiş ise ben ona "öküz" derim.. bana "aman evladım üniversiteyi oku bir diploman olsun" diyen insanlara da bir "öküz"le aynı diplomayı alacağım için duyabileceğim pişmanlığı anlatamam.. "niye alıyım diplomayı? götüme mi sokayım?" derim muhtemelen ama yine muhtemelen "aaa terbiyesiz" gibi bir tepkiyle karşılaşırım.. beni tanıyan seven eden biri ise karşımdaki der ki bana "en azından bi mesleğin olur,para kazanırsın".. bunu beni sevdiği için söyleyecektir.. ben de sevilmicek bir insan değilim şimdi :)) neyse bu başka konu =) ben ise bir "öküz"ün maaşlı çalışanı olmayı reddetmek istediğimi yine anlatamayacağımdır ve "benim parada pulda gözüm yok ben gidicem buralardan sonra bi şekilde yaşarım" diyeceğimdir.. ve korkum o ki ben bu anlatamadıklarım ve ya anlaşılmayanlar ve ya anlaşılıp da çözümsüz bırakılanlardan dolayı gidicem.. kimse bir şey kaybetmeyecektir gitmemden çünkü kimseye bir şey kattığımı düşünmüyorum.. ya da kattıysam da o insanlar için kar olur.. bundan sonra katmayacaklarım da kayıp olmaz.. zaten elde etmedikleri bir şeydir sonuç olarak.. kaybeden ben olucam.. çok şey kaybedicem.. ama onu da anlatamıcam.. hatta anlatamıcam değil anlatmıcam.. ama bişey kazanabilirim belki diye gitmeyecek miyim zaten? o yüzden denemeye değer gibi düşünüyorum bu aralar.. "öküz" olamayacağıma göre.. bir şekilde bir "öküz"ün maaşlı çalışanı olmayı hiç bir zaman reddedemeyeciğim belki.. ama ben bunun için okumuş diploma elde etmiş biri olmayı reddedebilirim.. zaten onu da reddedemezsem geri dönerim.. burayı ve burdaki bir çok kişiyi ve ya bir çok şeyi seviyorum çok.. çoktan da çok sevdiklerim de var tabi =)) "öküz" olarak nitelendirdiğim insanı da seviyorum.. tam emin değilim.. bi ara severdim =) bugün bir kadınla konuşma fırsatına eriştim.. oks sınavlarına girecek bir kızı var.. kızı demiş ki okuyunca noluyo ömrümüz okumakla geçiyo.. bu düzen o yaştaki bi kıza bunu söyletebilmişse ben okumam arkadaşım desem yine beni kimse anlamaz.. ya da az kişi anlar.. peki neden gitmek? yani burda bu söylediklerimi yapamaz mıyım? yapamam.. burası rahat.. burda üşengecim.. burda sorumluluklarım az.. burda kendimle kalma şansım daha az.. burda acı çekmek zor acı çekiyor olsam da.. burda özlemek de zor çok özlüyor olsam da.. burda gelişmek zor kısacası.. ben yeni bir hayattan söz ediyorum kendime ait bir hayattan.. o yüzden yeni bir yer istiyorum.. burda olup da kendime ait kuracağım hayatımda istediğim şeyler yok mu? çok var ama kimseyi ve ya hiç bir şeyi kendi hayatıma katamam zorla.. ama ben giderken benle gelecekler elbette olacak.. burda da benle orda da benle hep benle.. ağlarken, gükerken, düşünürken, öpüşürken, sevişirken, yürürken, uyurken benle olanlar yine olacaklar.. onlar istemese de ben onları götüreceğim.. karşı koymaya çakışsalar bile başaramayacaklar.. çok fazla bana aitler çünkü bahsettiklerim.. gözlerimde,ellerimde,cüzdanımda,çantamda,taşlarda,denizde,yollardalar.. neyse.. ağlamaklı oldum.. haa gitceğim yer deniz görebileceğim bir yer olsun yeter.. bir de güzel kızlar olsun.. ben onlara bakmayı çok seviyorum.. belki arkadaş da oluruz yakınlaşırız falan.. o da lazım çünkü.. ömür birine aşık olmakla geçebilir belki ama birine dokunmakla,birini hissetmekle geçemez.. geçmemelidir de.. kimseyi, birinden çok sevmesek bile birilerini çok sevebiliriz ve bunu paylaşabiliriz.. galiba paylaşmalıyız.. keşke herkes en çok sevdiğiyle paylaşabilse.. ama işte zaten mutlular bunu paylaşabilenler, mutlu olamayanlar paylaşamayanlar.. acı çekmek yersiz ama bir de onlar var.. büyük acılar çekenler.. en çok sevdiği,sevgisini paylaşmak istediği kişi en çok bir başkasını seviyor ve onla paylaşıyor; belki de o en çok sevdiği kişi senin sevdiğinin yarısı kadar bile sevmiyorken senin en çok sevdiğini.. bir de sen en çok sevdiğinle paylaşıyosun sevgini o da senle birlikte yaşıyo bu duyguyu ama onun en çok sevdiği bir başkası.. bu da olabilir.. olabilir değil var örnekleri yakınımda.. burdan isim verip de kimseyi şey etmiyeyim.. son kez söyliyim.. hayat bir insanı diğer herkesten daha fazla ya da daha derin sevmekle geçirilebilir birşeydir.. ama hayat sevgiyi paylaşmadan geçirilebilecek kadar basit değildir.. sevgilimiz en çok sevdiğimiz olmayabilir ya da sevgilimizin en çok sevdiği olmayabiliriz ama değerli kılmak da bizim elimizdedir.. hayat bu işte.. zor.. çok birikimli,çok iyi konuşan,saygı gösterdiğin,hatta kızlar için ne ideal bir erkek diyebileceğin,hayat görüşüyle,felsefesiyle,karşı duruşuyla övgüleri hakeden birisinin; eğilirken beli açılmış kızın çatalına bakmak için yol değiştirdiğini gördüğün an gibi.. kontrol dışı.. ve yıkıcı.. hoşçakalın..
24.03.2008 20.12
24.03.2008 20.12
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)